12 Şubat 2015 Perşembe

Muğla Bandosu

Çok yaşlı sayılmam ama çok ta genç değilim. Tam elli’sindeyim. Bu yaşta geçmişe dayalı hatıralar ileriye dönük beklentilerin önüne geçiyor ister istemez. Bir bakıyorsunuz söylemleriniz geçmişe dayalı nostaljik bir anlatıma dönüşüvermiş. Kentin, kazanımları ya da yitiridikleri galiba bu yaşlarda daha çok hissediliyor. Bu yüzden olsa gerek kentte bir zamanlar var olan ama şimdi yok olan unsurlara takılıp kalmamız ! Kent değeri olarak yok olanın ardından yas tutmuyoruz mutlaka ama onun yerine başka bir şey koyamamak yok olanı kıymetlendiriyor. Yok olan nedir ? Bir olgunun, bir yaşam biçiminin tarihi mi ? Her yokoluşun ardından “Bir zamanlar”deyip giderek yaşlanıyoruz, nostaljik bir iç çekişle o yitirdiğimiz eski günlere, geçmişe doğru uzanarak… Yaşlanan her kuşağın zamanı gelince bu tür bir geriye dönüş yolculuğuna çıkması kaçınılmaz. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Kentle ilgili hatıralarımın belki de en önemlilerinden birisi Cumhuriyet Bayramı ve bu bayramı daha da anlamlandıran Muğla Bandosu. Cumhuriyet anlamlıydı, Bando ile daha da anlamlıydı.
Cumhuriyet ülkü’sünü pekiştiren, önderimiz, kurucumuz Mustafa Kemal’in moderleşme anlayışının en çarpıcı örneklerinden birisiydi bandolar. Bağlama, cura, kaval, zurna ve asma davul gibi Anadolu çalgılarının yerini trompet, tuba, aynalı bas, klarinet, trampet gibi evrensel müzik enstrumanlarının aldığı bir süreçti.
Yenilik’ti, modernlik’ti, Cumhuriyet’ti.
Cumhuriyet’in Bandosu, Cumhuriyet’in bir parçasıydı…
Kostümleri, disiplinleri ve müzikleri ile çocuk dünyasının sihirli bir köşesine taht kuran bu sıra dışı ekibe duyulan hayranlıktan öte bir şeydi. Onlarla birlikte, disiplinli bir nefer edasıyla onların yanında yürümek, kendimizi onların bir parçası görmek çok önemli çocuksu ve masalsı bir gerçekti.
“Pıstırı ba ba, pıstırı ba ba, ba ba baaaaa, ba ba baaaaaaa”
“Pıstırı ba ba, pıstırı ba ba, ba ba baaaaa, ba ba baaaaaaa”
Muğla Bandosu denildiğinde aklıma bu yarı müziksel çocuksu dışa vurum geliyor. Bu ezgiyi şimdi bile mırıldanırken, ister istemez başınız geriye doğru gidiyor. Eller kılıç gibi keskin, yumruklar sımsıkı. Birde ayaklar sert vurdu mu yere, zaten sizde bandonun bir parçası olursunuz. Sevimli Babacan Bando Şefi Kamil Bey’in gözünün içine olmuş mu ? diye bakıp, onun olmuş anlamına gelen kafa işaretini de aldınız mı, iş tamamdır.
“Pıstırı ba ba, pıstırı ba ba, ba ba baaaaa, ba ba baaaaaaa”
Cumhuriyet’in ve onun Bando’sunun bir parçası olmak ne kadar önemliymiş. Uzakta bile olsa içinde bizimde olduğumuz şey’ di Bando… Bir çoğumuzun müzik adamı olmasının sebebiydi. Küçüğün müzikle olan ilişkisinin tespiti için Bandoculara gidilir “Bak bakam Kamil Abi, bizim oğlanın müzik gulağı var mı” denilirdi.
Trompet, tuba, aynalı bas, klarinet, trampet, zil ve davul’dan oluşan bu çocukluğumuzun masalsı orkestrasının şefi Bandocu Kamil Nurel’di.
Bandoyu, Bandocu Kamil Bey’i yazmak için yola çıktığımda aslında kendi hayat hikayemin peşine takılacağımı hiç düşünmemiştim. Meğer benim hayat hikayemin başlangıcı da Bandocu Kamil Amca’nın dizinin dibinde başlamış. Kurşunlu Cami’sinin hemen karşısında bulunan bakkal dükkanı, Bandocu Kamil Amca’ya aitti ve babam Cemil Altınsoy, ağabeyim (Albay Necmi Altınsoy) ve beni Kamil Amca’nın yanına çırak vermişti. Fötr şapkası, paltosu ve güleç yüzüyle Bandocu Kamil bir kent önderi, kent idolüydü. Nur içinde yatsınlar. Kamil Amca, Çıplak Ali ve adını hatırlayamadığım diğer usta müzisyenler, resmi görevlerinin yanında bir sosyal projenin de parçasıydılar. Kentin orkestrasıydılar. Kentin sevincinde – hüzünde, acısında-tatlısında hep onlar vardı. Ama şimdi yok’lar. Yok olan nedir ? Yok olan bir olgu, bir yaşam biçimi, bir kent tarihidir ! Her yok oluşun ardından iç çekmek yapabildiğimizin en iyisi olmamalı. Bir kent insanı olarak, bizden daha fazla hatıraları ve kentli ilişkisi bulunan Başkan Osman Gürün’ün, Muğla Bandosu ile çalışma başlattığını biliyorum. Başkan’ın müzikle olan ilişkisini Ramazan Davuluna endekslemeyenlerden birisi olarak, onunda bir kent Bandosu’nun kurulmasını en az bizler kadar istediğini ve özlediğini de biliyorum. Eminim ki Başkan Gürün’ün de kulaklarında hala Bandocu Kamil Bey’in trompetinden çıkan ezgiler yankılanıyordur.
“Pıstırı ba ba, pıstırı ba ba, ba ba baaaaa, ba ba baaaaaaa”
Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun.

İki Ayrı Kentte Yaşamak

Farkındamısınız bilmiyorum. Kent büyüdükçe tarihsel dokusu küçülüyor. Kentin eskiden gelen mimari değerleri yerini (yeni/planlı/izinli ve yasal) eskiden gelen kimlik ve peyzaj değerlerini gözetmeyen bir mimari anlayışa bırakıyor. Tarihsel kimlik ile çağdaş gelişme arasındaki ilişki ve çelişki bu kentin öncelikli konusu. Muğla’da kentleşme irdelenmeli. Kentteki yeni yapılanma ve kentsel gelişme alanlarındaki sivil ve kamusal örnekler geleneksel karakteri ve kazanımları devam ettiren bir anlayışın önceliğinde şekillenmeli. Muğla’nın son yirmi yılında oluşturulan yeni yerleşim alanları geçmişi yok sayarak gelişmemeli.
Hele ; korumacılık konusunda marka şehir haline gelmiş bir kentte bu hiç olmamalı.
Kente egemen olan yeni ve modern karakter ile geçmiş arasındaki bağ sadece mimari anlayışta kopmadı… Sosyolojik açıdan da yollarını ayırdı.
Bir yerde eski kent dokusunda kentliliğini korumaya çalışanlar, bir yanda mega alışveriş merkezlerinde yeni kimlikleri ve yaşayış tarzlarıyla kente dahil olmaya çalışanlar müthiş bir çelişkinin iki ayrı karakterini oluşturuyor. Kent süreklilik sağlayan bir unsurdur.
Kent aynı zamanda kopukluklar üzerine kurulan ilişkilerin yaşandığı yerdir. Doğrudur.
Ancak, eski kent dokusu ile modern kent yapısı bize çok ciddi bir çelişkiyi yaşatıyor. Mesafelerini, ekonomik yapılarını ve sosyal anlamlarını kısalar üzerine kurmuş bu kent sanki bir metropol ve biz bir metropol hastalığı yaşıyoruz. Kopukluğu yaşıyoruz.
Kentin eski yerleşim alanları ile yeni yerleşim alanları arasında mimari, sosyalojik, kültürel ve siyasasal ilişkisi ve ilişkilenmesi kalmadı.
İki ayrı kentte yaşıyor gibiyiz.
Kentin yeni yüzü, kentin eski yüzünden hiç esinlenmiyor. Kente egemen olan yeni ve modern karakter, kişiliksiz bir mimari ve tarihsel yaşanmışlıkları tümüyle unutan tek düze bir şehircilik anlayışı ile yöresel yaşam ve kültürü değiştirmeye çalışıyor. Alışkanlıklarımızın sınırlarını zorluyor. Bu anlayışta Bakkal Amca yok.
Süper-Mega-Hiper marketler var. Bu mekanlar her ne kadar özgürleştirici mekanlar gibi görünse de, kent insanı olmanın, kentli olmanın mekansal duygularını yaratamıyorlar. Ara sokaklarda kazandığımız kent kimliği, bu trend mekanlarda yok olup gidiyor.
Kopukluklar kenti olmak için henüz çok erken diye düşünenlerdenim.
Kenti yazmak kolay değil. Kentin neredesin de durduğunuz önemli. Kentin nesini yazacağınız da önemli. Ben tercihimi yaptım.
Kentin yaşamı, sosyal yapısı, mimarisi, kültür değerleri, sanatı, ekonomisi, istihdamı benim için en öncelikli konular. Kent olgusunun içinin ne ile dolması gerektiğini biliyorum. Son yirmi yıldır kent hastalığı haline gelen yeni yerleşim/yeni kent olgusunun kentsel bütünlük içinde, geleneksel mimariden, sosyal ve kültürel hayatımızdan etkilenmesini, esinlenmesini istiyorum. Önlem alınmasını istiyorum. Kentin geleceğini, çağdaşlığını, gelişimini, yeni yerleşim alanlarına göremeyiz.
Yüzümüzü ovaya, sırtımızı dağa dönemeyiz.
Tercih edilen yerleşim alanları haline gelen yeni gelişme bölgeleri karşısında tarihsel mirasımızın giderek yanlızlaşmaması için önlemler bir dizi önlem alınıyor.
Yerel yönetimin gayretinin yanına başka gayretlerin ve işbirliklerinin sağlanması gerekiyor. Gelişen bölgelerdeki yapılanma hakkı, mimari karakteri ve şehircilik düzenlemeleri geleneksel unsurlarımızdan kopuk olmamalı.
Yeni bir Saburhane meydanı yaratmak mümkün mü ?
Yeni bir Tabakhane yaratmak ?
Ya yeni bir Arasta ! Mümkün mü ?
Sosyal olgular ve kent kültürü her şey unutulduğunda aklımızda kalan şeydir. Aklınızda kalan şeyleri lütfen bir kez daha hatırlayın…

Hayat


Masa Dağı