23 Kasım 2019 Cumartesi

Salih Hüdai Dede

Salih Hüdayi Dede (1383 - 1480), Muğla'da yaşamış mevlevi şeyhi ve divan şairidir.

Şahidi İbrahim Dede'nin babası olup Muğla Mevlevihanesi'nin kurucusu ve Mevleviliğin Muğla'daki ilk üstatlarındandır.

Osmanlı devleti zamanında Anadolu'da Bizans üzerine akınlar düzenleyen alim bir gazinin oğludur. Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye’de doğum yerinin Mısır, Tuhfe-i Nâilî’de ise Muğla olduğu belirtilmiştir. Ancak Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye ve Semâhâne-i Edeb yazarları şairin babasının Muğla’dan Mısır’a gittiği, Mısır’da evlendiği ve Hudâyî’nin de burada doğduğu konusunda mutabıktırlar. İlk eğitimine babasından aldığı Kur’ân-ı Kerîm dersleriyle başlayan Hudâyî, bir müddet Mısır’da ikamet ettikten sonra Muğla’ya dönerek tahsil için Seyyid Kemâl’in hizmetine girip çeşitli ilimleri tahsil etmiş, bu zatın telkiniyle de Mevlevî tarikatına dahil olmuştur. İstanbul’a geldiği esnada devrin vezirlerinden Mahmûd Paşa aracılığıyla Fatih Sultan Mehmed’in huzuruna çıkartılmış ve padişahtan Seyyid Kemâleddin’in Muğla’daki türbesinin Mevlevî zaviyesi olarak kendisine verilmesi talebinde bulunmuştur. Hudayi Dede'nin isteği kabul edilmiş, o da bu zaviyede irşat vazifesini sürdürmüştür. Uzun müddet adı geçen zaviyede Mesnevî dersleri verdiği ve dini risaleler kaleme aldığı belirtilen Hüdayi Dede’nin eserlerine ve sanat anlayışına dair kaynaklarda herhangi bir bilgi mevcut değildir.

Salih Hüdai Dede oğlu Şahidi'ye ilk dini bilgileri ve Farsça'yı öğretmiş, oğlu on kendisi doksan yaşındayken vefat etmiştir. Vasiyetinde oğlunun sufi bir ipek ustasının yanında çalışmasını istediyse de Şahidi ilim öğrenme isteğiyle bu mesleği bırakmıştır. Kabri Şahidi Cami bahçesindeki türbede Şahidi İbrahim Dede ile yan yana bulunmaktadır.

Eserlerinden örnekler:

Ey dil ister isen eger kâmil ola noksanın
Sinesi altına gir hazret-i Mevlânâ'nın

-----------------------------------------------------------------

Aşka bağlandı gönül benden çeküp el neyleyem
Benden çok râzî olur bedenden azâd olmasını
Sormazını esrâr-ı aşkın müşkilinden zahide
Çünki şakird olmamış bu fende üstâd olmasun


------------------------------------------------------------------

Gazel

Nefsi göz yaşına gark it ağlayup Yahyâ gibi
Sen de Fir’avn’un helâk it Hazret-i Mûsâ gibi

Bir ta’alluk riştesin bağlayacak yer var mıdur
Âlemi gözden geçürsen [sûzen-i] Îsâ gibi

Ehl-i Hakka dil ucuyla âşinâlık eylesen
Kendüye çekmek mukadderdür seni feryâ gibi

Âsi olma istikâmetden asâ al destüne
Üstine toğruldığınca nefs-i ejderhâ gibi

Başını şeb hırkasına çekdigiyçün her seher
Görinür ceyb-i ufukdan gün yed-i beyzâ gibi

Ma’rifet ırmakları [hikmet pınarı] akmağa
Çâk çâk itmen gereksen sîneni sahrâ gibi

Şemme-i aşk ile kılsan cismüni zâr u nizâr
Olıcak penbeyle saklarlar seni ayvâ gibi

Hep ilâhî dimeye kasd it Hudâyî şi’rüni
Hazret-i Attâr u Şemsü’s-dîn ü Mevlânâ gibi

Şeyh Camii

İsmini verdiği Şeyh mahallesindeki caminin yapım kitabesi mevcut değildir. Ancak kabul edilen görüş caminin 1565 yılında Muğla'nın büyük alimlerinden Şeyh Bedreddin tarafından yaptırıldığıdır. Zekai Mete, caminin ilk olarak Kadı Mahallesi Mescidi olarak anıldığını, 16. yüzyıl ortalarından itibaren ise Şeyh Bedreddin'in adıyla anılmaya başladığını ileri sürer. Ekrem Uykucu vakıf kayıtlarına istinaden caminin 1560 yılında mevcut olduğunu yazar. Caminin adı 1562 tarihli Mufassal Evkaf Defteri'nde geçmektedir. Ali Rıza Hakses ise caminin bir rivayete göre 1465 yılında 19. yüzyılda iki onarım geçirmiş olup ilki olarak 1831 yılında Menteşe Mütesellimi (Tanzimat öncesi vergi toplayan devlet memuru) Tavaslı Osman Ağa'nın eşi Ümmü Gülsüm Hatun tarafından tamir ettirildi. Osman Ağa ayrıca camiye geniş vakıflar kurdurdu. İkinci onarım ise Şerif Efendi ile Ragıp Efendi tarafından 1896 yılında yaptırıldı. Minaresi 1806 yılında eklenmiştir. Cami en son 2007 yılında restore edilmiştir.

Caminin kuzey ve güney yönlerinde iki haziresi vardır. Burada camiyi yaptıran Şeyh Bedreddin başta olmak üzere Kadı Süleyman Efendi, Hafız Ahmet Efendi, Muğla Müftüsü Bekir Efendi gibi şehrin ileri gelenlerinin mezarları bulunmaktadır.

Muğla'da Mevlevilik

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin tasavvuf anlayışına dayanan Mevlevilik, bir sûfî geleneği olarak 14. yüzyılın başından itibaren sistematik bir şekilde hayata geçmeye başladıktan sonra, başta Konya olmak üzere, İstanbul, Bursa, Afyonkarahisar, Kütahya ve Manisa gibi, Anadolu ve Balkanlar'ın muhtelif şehirlerinde oluşan mevlevihanelerle , klasik kültürün önemli kurucu, koruyucu ve nakledici kurumlarından biri olmuştur. Bu geniş coğrafyaya yayılmış bulunan Mevlevî geleneğinin, yüzyıllarca aktif olduğu şehirlerden birisi de Muğla'dır.

1262 yılında Türk siyasî nüfuzunun etkin olarak görüldüğü Muğla yöresinde, Mevlevî geleneğinin bilinen ilk ismi H. 885/ M. 1480 yılında 90 yaşlarında vefat eden Sâlih Hüdayî Dede'dir. Sâlih Hüdâyî Dede, ilk tahsilini Emir Sultan'ın kız kardeşinin oğlu olup Muğla'ya yerleşen Seyyid Kemâleddin'den almış, daha sonra Mevleviliğe intisab ederek muhtemelen 1450'li yıllarda, Fatih Sultan Mehmed'in inâyetiyle Muğla Mevlevihanesi'ni kurmuş ve burada Mesnevi okutmuştur. Buna göre, Muğla Mevlevihanesi, İstanbul Galata Mevlevihanesi (tesisi 1491)'nden de önce Anadolu'da ilk tesis olunan dergâhlardan birisidir.

Muğla Mevlevihanesi kurucusu olarak görülebilecek olan Hüdâyî Dede, 1480 yılında vefat edince, dergâh haziresinde medfun bulunan Seyyid Kemâleddin'in ayak ucuna defnedilmiştir. Kabri, hâlâ ziyâretçilere açıktır.

Şâhidî'den önce Muğla Mevlevî geleneği ile ilgili fazla bir bilgi ve belge bulunmamaktadır. Fakat babası Hüdâyî Dede'nin Mesnevi okuttuğu ve oğluna Farsça öğrettiği; Şâhidî'nin tefsir okuyup feyz aldığı ve Vakıf köyü imamının Mevlevî Fenâyî olduğu bilgilerinden hareketle, bu sûfî geleneğinin, Şâhidî'den önce de yörede mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Muğla Mevlevî geleneğinin en önemli ismi, Salih Hüdâyî Dede'nin oğlu Şâhidî'dir ve bu dergah, asıl ününü Şâhidî ile kazanmıştır.

Hayatı ve Mevleviliğe İntisabı

Muğla Mevlevihanesi'ne ve “Muğla” adına ün kazandıran Şâhidî, H. 873/ M. 1468 yılında doğmuştur. İlk tahsilini babasından alan Şâhidî'nin adı İbrahim'dir. Edebiyat tarihlerinde, “Muğlalı Şâhidî” veya “İbrahim Şâhidî” olarak zikredilen Şâhidî, Tuhfe-i Şâhidî adlı eserinde,

Gedâyem Şâhidî-i Mevlevîyem
Diyâr-ı Menteşe'de Muğlevîyem


diyerek memleketi hakkında en açık bilgiyi verir.

Şâhidî, Babasının Hüdayî olduğunu, Divan'ındaki,

Şâhidiyem Mevlevî-i ârifem gelsün bana
İsteyen sırr-ı Hudâyı ben Hüdâyî-zâdeyem


beytinde de açıkça ifâde eder.

Başta Farsça tedrisi olmak üzere ilk tahsilini babasından alan Şâhidî, 18 yaşına gelince İstanbul'da Fatih Medresesi'ne, daha sonra da Bursa'da Yıldırım Han Medresesine devam eden Şâhidî'nin, bu medresede yaşayıp yıllar sonra 76 yaşındayken 1544 yılında yazdığı Gülşen-i Esrar adlı eserinde anlattığı şu olay, onu tasavvufa yönlendirir:

“Bir gün, Seyyid Hüseynî'nin Kenzü'r-Rümûz'unu okurken, bir softa ona, 'Bu nedir?' diye sorar. O da eser için, 'Dünyayı terk etmeyi, dünya nimetlerine ehemmiyet vermemeyi telkin ediyor.' der. Bunun üzerine softanın, 'Bu kadar zahmetten sonra, demek dünyayı terk edeceğim ha! Bana mevki, mal, mülk, evlat gerek' demesi, Şâhidî'ye çok dokunur. Zavallı softa da onun yanından ayrılıp, odasına geçince, vebaya yakalanarak ölür. Bu olay, Şâhidî için dönüm noktası olur; öğrenimini tamamlamadan Muğla'ya döner ve annesine, artık medresede okumayacağını, derviş olmak istediğini söyler. Bu sırada Muğla'da iki şeyh vardır. Bunlardan Şeyh Vefâ'nın halifesi olan Şeyh Hayreddin'in ne şeyhlikle ve ne de dervişlikle ilgisi vardı. Tekkesi bile yoktur. Oysa, Şeyh Bedreddin, tekke sahibidir ve şehzādelerle beylerin saygısına mazhar olmuştur. Şâhidî annesinin de isteğine uyarak, Vefâî şeyhi Bedreddin'e bağlanır, ondan tefsir okur.”

Şâhidî'nin anlattığı bu olay, onu tasavvufa yönlendirirken, gene Gülşen-i Esrar'ında anlattığı ikinci bir olay, Şâhidî'nin Mevleviliğe intisabını ve dolayısıyla Muğla Mevleviliğinin gelişip genişlemesi açısından önemlidir. Kendi ifadesine göre, Şâhidî'yi Mevleviliğe yönlendiren olay şöyle gelişmiştir: “Şâhidî'nin, köy köy dolaştığı zamanlarda, Kozluk köyünde, bir Cuma günü abdest alırken, garip bir hale düşer, kendinden geçer. Orada bulunan bir meczup kendisine, 'Abdest alırken göğe bakmadın mı? Bütün melekler başının üstündeydi” der. Bu söz, Şâhidî'yi çok etkiler. Cuma namazından sonra, minbere çıkıp vaaza başlar. Vaazı bitirip kürsüden inerken, herkes elini öpmeye koşar. Bu arada, dinleyiciler arasında bulunan bir Mevlevî dervişi, 'Sende bu kadar bilgi varken, neden başında Mevlevî külâhı yok?' der. Şâhidî de, 'Bir pir bulsam, derhal Mevlevî külâhı giyerim” cevabını verir. Böylece, bu dervişle birlikte, Vakıf adlı köyde imamlık yapan ve Fenâyî (ö. h. 925/m. 1519) mahlasını kullanan Mevlevî dervişiyle beraber, Lazkiye (Denizli)'deki Mevlevi şeyhi Fânî Dede (ö. h. 910/m.1504)'ye giderler. Şâhidî, Fânî Dede'nin huzuruna varışını Gülşen-i Esrar'ında şöyle anlatır.

Resîdem ân şeb ân-câ çün Süreyyâ
Meğer yek Mevlenihâne bûd ân-câ
Ki Fânî bud şeyheş Mesnevî-dân
Ki Şeydâyî bûdestî kûçek-i ân
Çü ber-mî-dâşt Şeydâyî külâhî
Me-râ bordend Fânî vü Fenâyî


(O gece, oraya Süreyya yıldızı gibi vardım. Meğer orası bir Mevlevihane idi. Ki oranın şeyhi, mesnevî bilen Fânî idi. Şeydâyî ise onun köçeği idi. Şeydâyî külahını kaldırınca, Fânî ve Fenâyî beni götürdüler.)

Bu olaydan sonra Şâhidî, Vefâî geleneğinden ayrılıp Mevlevî olduğunu, Gülşen-i Esrar'ındaki şu beyitle dile getirir:

Vefâî bûdeem mevlâ'î geştem
Ki bîst u çâr sâle bûde ân-dem


Beyitten de anlaşılacağı üzere, Şâhidî, Mevlevî olduğunda 24 yaşındadır ve yıl da 1494'tür. Buradan, Muğla Mevlevî geleneğinin 1500'lü yıllarda yeniden bir açılım kazanmaya ve genişlemeye başladığı anlaşılmaktadır.

Şâhidî, Gülşen-i Esrar'ında anlattığına göre, daha sonra, Hz. Mevlana soyundan gelen Paşa Çelebi'ye mürid olur ve Paşa Çelebi'nin oğlu Emir Âdil'e hocalık eder. Bu arada Süleyman Şah'ın ikinci kuşak torunu olan Dîvâne Mehmed Çelebi'nin cezbesine kapılmıştır. Şahidî bunu Gülşen-i Esrar'ında ayrıntılı bir şekilde anlatır: “Muğla'da iken, bir gece, Muhammed Çelebi kendisine, 'Kalk Şâhidî, bize âşıksan beni bulmak istiyorsan, harâbâtî ol!' der. O da Baba Acem isimli bir âlimle yola koyulur. Önce Bursa'ya ve oradan da Kütahya'ya varırlar. Bu sırada Mehmed Çelebi, Paşa Çelebi'nin konuğudur. Emir Âdil, Şâhidî'nin geldiğini görünce, annesine 'Hocam geldi.' diye haber yollar. Şâhidî'nin oturacak olduğu halı, Mehmed Çelebi'nin yanına serilir. Şâhidî oda kapısında Mehmed Çelebi'yi görünce, kendinden geçerek ağlamaya başlar. Mehmed Çelebi, 'Gel, bu halıyı senin için serdiler!' dediğinde, onun yanına oturur. Herkes, 'Aziz, hoş geldin' dediği halde, kendisi heyecandan bir şey söyleyemez. Onunla yalnız kalmayı arzu ettiğini belirtir. Biraz sonra, mecliste bulunanlar gidince, yalnız kalırlar.”

Denizli, Afyonkarahisar ve Kütahya üzerinden Konya'daki Mevlevihane ile ilişki kuran Şâhidî, Dîvâne Mehmed Çelebi ve onun muhiti vasıtasıyla, Mevlevî birikimini Muğla Mevlevihanesine aktarmış ve burada Mevlevî birikimini ayrıca işlemiştir.

Eserleriyle Mevleviliğe Katkıları

İlk heyecanlarını Divan'ındaki şiirlerine yansıttığı tahmin edilen Şâhidî'nin ilk doğrudan Mevlevî eseri, h. 921/h. 1515 yılında yazdığı Tuhfe-i Şâhidî adlı Farsça-Türkçe manzum sözlüğüdür. Şâhidî'nin bu eseri, Mesnevî'nin anlaşılmasına yardımcı olmak üzere yazılan bir sözlüktür. Ezberlenmeye müsait olmak üzere manzum olarak yazılan bu eserde 1400 Farsça kelimenin daha çok Türkçe, az da olsa bazılarının da Arapça karşılığı verilmiştir.

Şâhidî, tasavvufî-lirik şiirlerini bir araya getirdiği ve Mevlevilikle dolaylı olarak ilgili olan Divan'ından başka işe Tuhfe ile başlaması son derece isabetli ve pedagojik açıdan da tutarlı bir eğitim-öğretim yolu olmuştur. Çünkü Mevlevihanesinde okutacağı Mesnevî'nin anlaşılması ve etkili olması için, böyle bir sözlük gereklidir. Çocukluğunda okuduğu Tuhfe-i Hüsâmî'ye nazire olarak yazdığı eseri, Hüsâmî'den sonra durağanlaşan manzum sözlükçülük geleneğini tekrar dinamik hâle getirmiş, böylece Şâhidî'ye ve Muğla Mevleviliğine dünya çapında ün kazandırmıştır. Çünkü bu eser, hem şerh hem de tanzir edilerek etkisini 20. yüzyıla kadar sürdürmüştür.

Tuhfe-i Şâhidî, Muğla Mevlevi geleneğinin ilk derli toplu ve doğrudan Mevlevilikle ilgili ilk eser olmasıyla, yöre ve genel edebî kültür tarihinde dikkati çeker.

Mesnevi etütlerine bir sözlükle başlayan Şâhidî, gene Mevlevilikle ilgili olmak üzere ikinci eseri olan Gülşen-i Tevhid adlı Mesnevi şerhini h.937/m. 1530 yılında yazar. Yusuf-ı Sine-çâk'in Cezire-i Mesnevî adlı Mesnevî şerhi takip edilerek seçme beyitlerin şerhi anlayışıyla oluşturulan bu eserinde Şâhidî, Mesnevî'nin her cildinden seçtiği 100 beyti, beşer Farsça beyitle şerh etmiştir. Şâhidî'nin bu eserini 62 yaşında yazdığı anlaşılmaktadır. Yıllarca Mesnevî okutan ve şerh eden Şâhidî'nin, bunca yıllık birikimi ile böyle bir eser yazması, normaldir. Çünkü Mesnevî gibi bir esere şerh yazmak yılların birikimini gerektirmektedir.

Midhat Bahari Beytur'un 1967 yılında Türkçe'ye tercüme ederek yayımladığı bu eserinde Şâhidî, Gülşen-i Tevhid'ine, Mesnevi'nin, olay anlatan veya örnek getiren beyitlerini değil, anlam ve hikmet yoğunluğu olan beyitlerini alıp şerh etmiştir. Bu tavrıyla Şâhidî, Mesnevî'yi, Mesnevi'den sonraki 250-300 yıllık bir birikimle yorumlayıp yeniden üretmiştir. Meselâ, Mesnevî'nin 1426. beyti olan,

Sûfî ibnü'l-vakt başed der-misâl
Lîk sâfî, fâriğest ez-vakt ü hâl

“Sûfî, vaktin evlâdıdır sözü, bir misal olarak söylenir. Fakat sâfî olan sûfî vakitten de hâlden de geçmiştir” beytini, Şâhidî, 5 beyitle şöyle şerh etmiştir:

“Âgâh ol da, sen bu hâli iste: Mevlevî ol, abdal denilen velîlere âşık ol. Bu hâle âgâh olmak istiyorsan, çılgın bir âşık olan Şâhidî'ye gel. Ey sâdık dost! Eğer bana dost olursan, benim bu sırlarıma vâkıf olursun. Ben bu acayip hâli istemekteyim. Yalnız istemek değil, belki de bu çalışmamla, bu isteğimle o hâldeyim. Dilberin visâlini istiyorum, her isteyenlerden daha ziyâde istiyorum.” (Beytur, s.121)

Şâhidî'nin, doğrudan Mevlevî terimleriyle oluşturmadığı, ancak, tasavvufî remizlerle oluşturduğu eseri olan Gülşen-i Vahdet adlı kitabıyla da, genelde tasavvuf, özelde de Mevlevî birikimine katkıda olduğu görülür. Şâhidî, Türkçe olan bu eserini h. 943/m. 1536 yılında, 68 yaşındayken yazmıştır. Gülşen-i Vahdet, saç, yüz, sakal, ben, göz, baş ve ağız gibi insanın yüz unsurlarının kişileştirilerek yer aldığı 457 (Çıpan'a göre 491 beyit) beyitlik bir hikâyedir. Bu unsurların ilişkileri ve diyalogları sonucunda vahdet fikrine erişmeleriyle, Şâhidî tasavvufun vahdet-i vücut anlayışına katkıda bulunur. Eser, Feridüddin-i Attar'ın Mantıku't-Tayr ve Şebüsteri'nin Gülşen-i Raz adlı eserlerinden etkilenmiş olarak görülse de, kullanılan unsurlar, olay örgüsü ve işleme bakımından yerel ve orijinaldir. Şâhidî, Gülşen-i Tevhid adlı Mesnevî şerhinden sonra, birikimini orijinal bir şekilde yansıtacak olgunluğa eriştikten sonra böyle bir eser telif etmiştir, Bu kitap, Numan Külekçi tarafından 1996 yılında Ankara'da Akçağ Yayınlarınca yayımlanmıştır.

Ömrünün son demlerinde, hatıratını yazmak amacıyla Şâhidî'nin kaleme aldığı eseri ise, gerek kendisi ve gerekse Mevlevî şahsiyetlerle ilgili bilgiler ihtiva eden Gülşen-i Esrar adlı kitabıdır. Bu eser h. 951/ m. 1544 yılında, Farsça ve manzum olarak yazılmıştır. Muğla Mevlevîliğinin gelişim ve açılım tarihi açısından çok önemli olan bu eserini yazdığında Şâhidî 76 yaşındadır ve 6 yıl sonra 1550 yılında 82 yaşında Hakk'a yürüyecektir.

Ailesi ve Çocukları

Kaynaklarda, onun iki çocuğundan söz edilmekte, bunlardan bir tanesi olan Hüsameddin Efendi, h. 993/m. 1585'de yazdığı Farsça kuralları içeren Tuhfe-i Hüsami adlı risalesinde şöyle diyor:

Kilk-i sıhhat ile bunu yazdı Hüsam bin Şâhidî
Okuyan tahsil-i fürs idüp murādına ire
Didiler gökde melāik şevk ile tarih ile
Şâhidî-zâde Hüsāmį yadigārını göre


Şâhidî'nin diğer oğlu olan Şuhûdî ise, babası ölünce 40 yılı aşkın Mevlevihâne'de şeyhlik yapmış ve h. 1000/m.1591de Muğla'da vefat etmiştir.