12 Haziran 2015 Cuma

Eskimeyen Yüzler 2

Anımsat bana.
Yeniden yürüyelim gizemli serüvenimizi 
Erişelim birbirimize, gülüşlere takılalım. 
Yaşamın bittiği yere düşer yolumuz belki.
Döner bakarız geriye, alabildiğine o ilk güne. 
Dokunurum sana, bir dünya kurulur ardından.
Yıldızlar başka bir yola akarlar.
Tükeniriz.
İlk adıma döneriz.
Anımsat bana. Yeniden...

William STAFIORD (Amerikalı Şair, öykümüz adlı şiiri)

Geçmişe yolculuğumuz devam ediyor. Bu kentin eskimeyen yüzlerinden bir büyüğümüzle birlikte, bir kez daha tarihe tanıklık yapmanın gururunu ve mutluluğunu yaşıyoruz. Onları görüyor, dinliyor ve anlamaya çalışıyoruz. Bizi biz yapan özellikleri öğreniyoruz. Onların gözüyle kendimize bakıyoruz. Bakmaya da devam edeceğiz. Bir dahaki yolculukta buluşmak dileğiyle...

KEMAL KARACA; 1923 yılının 1 Haziranında, Muslihittin Mahallesi Çiftçiler Sokak No:11'de doğdum. Ailemizin kökü buradadır. Üç kardeşiz. Ben en küçükleriyim. Babam posta çavuşuydu.

Ağabeyim de bisiklet tamırcisiydi; aynı zamanda bozulan gramofonları tamir eder, su tesisatı da yapardı. Benim dedemden, babamdan ve mesleğimden gelen bir çok lakabım vardır. Deli Mehmetlerin Ömer Çavuş'un Kemal, Arabacıların Ömer Çavuş'un Kemal, Postacı Ömer Çavuş'un Kemal ve bugün en çok bilinen Çizmeci Kemal.

İlkokulu üçüncü sınıfa kadar Koca Mektepte (Bugünkü Kız Meslek Lisesi), son iki sınıfı da Sakarya Mektebinde okudum. Sakarya Mektebi daha sonraları Erkek Sanat Okulu (Bugünkü Ticaret Meslek Lisesi) oldu.

İlkokulu bitirdikten sonra hemen mesleğe atıldım. Mesleğe atıldığım yıllarda terzilik ve ayakkabıcılık çok meşhurdu. Benim ayakkabıcılığı seçmem bu nedenledir. O zamanlar makineleşmiş hiçbir şey yoktu; her şey el emeği ile yapılıyordu.

İlk olarak Kasaplar Arastasının orada Gemi Yakanların Ali'nin yanında ayakkabıcı çıraklığına başladım. Onun yanında iki sene çalıştıktan sonra, üç senede İhramların Hamdi'nin yanında çalıştım. Sonra babam bakkal dükkanı açtı; onun yanına geçtim. 1945 yılma kadar, yani askere gidene kadar babamın yanında katdım.

Askere emsallerimden l,5 sene sonra gittim. Çünkü abim askerdeydi o sıralar. Bir babanın iki oğlunu askere almazlarmış. 1945 yılında 18 arkadaş Çanakkale Ezine'ye sevk edildik. Gider gitmez bizi toplayıp tahsilimizi ve mesleğimizi sordular. Sıra bana geldiğinde orta mektep ikiden terkim dedim. Halbuki ortaokula hiç gitmedim. Rahat edeyim diye yaptım. Mesleğimin ayakkabıcılık olduğunu söyledim; her çeşit kadın-erkek ayakkabısı, terlik yaparım dedim. Komutan bana mesleğini seslenme
bölüğe alalım seni, dedi. Rahmetli çok iyi insandı; ölene kadar onunla görüşmeye devam ettik. Askerliğimin ilk ayından sonra beni alayın bağlı birliğinde depocu-yazıcı yaptılar.

Ezine'de çok güzel çizme yaparlardı. Bana serbest şekilde şehirde bulunmam için izin kağıdı verdiler, Çizmecilerin yanına gider onlara yardımcı olurdum. Çizmecilik işini oradaki çizmeci ustaları Deli Mehmet, Bacaksız İsmail sayesinde öğrendim, geliştirdim. Daha önceden Muğla'da çizme yapanlar vardı ama bunlardan biri de ustamdı körüklü çizme yoktu. Askerden 1948 yılında döndükten sonra çizmecilik işim 1961 yılına kadar devam ettirdim. Yanımdaki 4-5 kalfayla beraber haftada 10 çift çizme yapmaya başladım. Farklı memleketlerden de siparişler gelirdi. Sipariş verenlerin arasında tanınmış kişiler de vardı. Postayla ölçüleriyle beraber siparişleri alır, yine aynı yolla siparişleri ödemeli olarak yollardım.

1949 yılında evlendim. Eşimle evlenmemin ilginç bir anısı vardır. Bir gün babamla ben dükkanda çalışırken bir talebe geldi. Sizin kira evi varmış, bakalım bir kere dedi. Babam o zaman evin kirasına 17,5 lira dedi. Talebe 16 lira verdi. Babam olmaz dedi, yürüdü. Baba dedim ev boş kalırsa zarar edersin. 1 lirayı arama, verelim gitsin dedim. Verdik. Bir gün ailecek ev yerleştirmeye geldiler. Babam kiraya verdiğimiz talebenin kız kardeşini gözden geçirivermiş. Benim haberim olmadı bir süre. Sonra o kız benim eşim oldu.

Mehmet Birgili ile babam çok iyi arkadaştılar. Beraber yer içerlerdi. O sıralarda babamla gelirimiz ortaktı. Evde üvey anam vardı: benim payımdan pek bir şey kalmıyordu geriye. Ben de düşündüm taşındım. Mehmet amcadan para istemeye karar verdim. Mehmet amcaya "Ben İzmir’e gidicem, mal alıp gelicem" dedim. "Babamın yanında senden parayı isticem. sen de tamam veririm" diyeceksin dedim. "Olur mu?" dedim. O da sağ olsun. "Hay hay" olur oğlum dedi. Ondan 250 lira aldım. İşler iyi gidiyordu. Mehmet Amcadan bir kez daha istedim. Bu sefer 500 liraydı. Sonra babamın yanına gittim. "Baba" dedim. "Kar zarar ne olduğunu bilmiyoruz; o yüzden işlerimizi ayırmamız iyi olur" dedim. İşlerimizi ayırdık. Sağ olsun Mehmet amcanın yardımlarıyla kendi işimizi kurmuş olduk: onun öğütleriyle mal mülk sahibi olduk.

Önceki dükkanımı 1956 vılında Karakuşlardan 3500 liraya aldım, 1960'ta 5400 liraya sattım. 1960'da Koca Han'ın önündeki dükkanımı (şimdiki dükkanı) 7000 liraya aldım. Koca Han'ın etrafı hep dükkandı. Sonra bir gün yanıma birisi geldi; dükkanı pahalı almışsın dedi. Arasta sana sövüp duruyor dedi. İyi ya; bugün pahalı yarın ucuz dedim. Meğerse adamı gönderen kişi de talipliymiş dükkana. Ben sahiplerine alın parayı verin tapuyu dedim, aldım burayı. Koca Hanı Erenlerin Mehmet Ali işletirdi. Daha sonra istimlak oldu. (1965) 1961 yılında kayınçomun ısrarıyla şu anki dükkanımda köfteci dükkanı açtım. O zamanları içki ruhsatı da almıştım. Sonradan içime sinmeyen durumlardan ötürü köfteciliği bırakıp kendi zanaatım olan ayakkabı ve çanta satımına başladım. Oğlum Ömer büyüdü, askere gitti geldi. 1984 yılında işlerimi ona devrettim.

Babam 9 sene askerlik yapmış, Yemen'de. Askerden Muğla'ya dönüşte Köyceğiz postacılığına başlamış. Nam Nam köprüsü yok o zamanlar, yanında iki jandarmayla çaydan öteki tarafa geçermiş. Muğla’dan Köyceğiz’e geliş gidişlerinde Ciçekli'de mola verirlermiş. Yine bir gün. Köyceğiz'e posta götürürken karşısına biri çıkmış. "Çavuş Amca, benim hanımın muskası kayboldu, hanım da hasta, ne yapacağımı bilmiyorum, bana yardım et” demiş. Babam, postu çavuşu olduğu için okumuş etmiş olduğunu sanıyor vatandaş, halbuki babam okur yazar değildi. "Neyse getir demiş kağıt kalem''. Üç tane kağıt parçasına yazıp karalamış, adam da hayırlarla uğurlamış babamı. Bunu çok hoş bir anı olarak anlatırdı babam.

Bildiğim kadarıyla ilk araba Boyacı Ali Rıza'nın Austin marka arabasıydı. Yağcılar Hanında bulunan Abbakların da vardı zannediyorum, arabası. Hem Boyacı Ali Rıza hem de Abbaklar arabalarıyla Aydın’a gider gelirlerdi. O zamanlar Menderes köprüsü yoktu. Yağmur yağdıysa geçit vermezdi, nehir. Çay kesildiği zaman arabalar geçerdi. Birde Sabri Acarsoy Austin marka araba satıyordu, galiba. Rahmetlinin dükkanında her şey vardı. Ne ararsanız bulurdunuz.

Benim gençlik yıllarımda Muğla’nın merkezi ticari yerleri Kurşunlu Camii etrafı, Arasta. Konakaltı ve Saatli kulenin oradan Tabakhane'ye uzanan bölgedir. Şadırvan çevresinde ve arka sokakta eskiden pabuçcuların ve yemenicilerin dükkanları vardı. Mayalı gönden yemeni yapılır, pabuç yapımında ise zırnıklı deri kullanılırdı. Demirciler yemeniciler için kabara çivisi yapardı. Benim bildiğim yemeniciler. Karaosmanların Sadık (sonradan ayakkabıcılığa geçti), Kayıkların Hamdi ve Kaydırakların Şevki idi. Semerciler çok güzel iş yaparlardı. O zamanlar vesait yoktu. Bütün köylerden ve civar yerlerden gelişte merkepler ve develer kullanılırdı. Hacıaraplar hep deveciydi. Develerle saman getirirlerdi. Develerin boyunlarındaki çıngıraklardan geldikleri belli olurdu.

Her esnaf grubunun loncaları vardı. Başlarında ağa ustalar bulunurdu. Çıraklar birkaç sene sonra dükkan açacağım dediği zaman, kendi başlarına dükkan açamazlardı. Ağa ustalar izin verir, dükkan açacaklara peştamal kuşandırılır, duaları yapılırdı.

O zamanlar ticari yol Helvacı Tahsin'in bulunduğu yoldu. Aydın-Çine-İzmir yoluydu. Bu yoldan şehre girilirdi. Ondan sonrada Koca Mektep'in olduğu yol (Akyol) açıldı. O yolların açılması için mahkumlar kullanılırdı. Ayrıca yol parası vardı. Yol parasını ödemeyenler de yol açımında çalışırdı. Yol parası demişken bir anım aklıma geldi. Bir gün benim için tevkif müzekkeresi çıkarılmış: yol parasını yatırmamışsın diye. Beni herkes tanıyor, dolayısıyla çabuk buluyorlar. Ben bunu yatırdım dedim. Makbuzu aldım geldim, ibraz ettim. Bir daha başıma gelmesin diye bunun nedenini öğrenmem lazım dedim. Benden başka bir tane daha Kemal Karaca varmış; elektrikçiymiş. Olay böylece anlaşılmış oldu. Sanıyorum 1950'li yıllarda bu yol parası uygulamasından vazgeçildi.

Benim gençlik dönemlerimde radyo tek tük bulunuyordu. Elektrik de yoktu zaten. Elektrik zannediyorum 1930'lu yılların sonunda geldi. Ali Bey (buralı değildi) diye birisi belediye ile anlaşmalı olarak elektrik fabrikasını (Ulu camiinin aşağısında. Bakırcılar Arastasının sonunda) kurdu. Sokak sokak telleri uzattılar; lambaları koydular. İskender Alper Bey belediye reisiydi o sıralar. Bir sene sonra elektrik fabrikasının çalışmasının iyi olduğu görüldü ve belediyeye geçti. Elektrik gelmeden önce tenekecilerin yaptığı kapaklı, sönmez kandiller ve gemici fenerleriyle aydınlanıyordu sokaklar. Eskiden radyolar zenginlerin evinde ve belli başlı kahvelerde bulunurdu. Alman Harbini hep radyolardan dinledik. Sekibaşı ve Kıraathane kahvelerinde tombala oynatılırdı,Yayla kahvelerinin ve merkezdeki bilinen kahvelerin dışında birde Koca Han'ın karşısında (bugün ayakkabı boyacılarının olduğu yer) Kahveci Mehmet'in kahvesi vardı. Biz onlara bakmaya giderdik. Muhabbetler çok güzel olurdu. Birbirine sevgi saygı vardı. Büyükler dinlenir. küçükler korunurdu.

Kıbrıs çıkarmasının olduğu yıllarda televizyonu olanlar tek tüktü. Kıbrıs çıkarmasını televizyondan izleyelim diye televizyon almaya karar verdik. Muğla'da televizyon satan yoktu o sıralar. Kocabatmaz Tenekeci Hüseyinle beraber televizyon almaya Milas’a gittik.

Ağalar vardı yaylada. Mehmet Ağalar. Mustafa Efendiler ve Hacı Mahmutlar. Mehmet Ağa yayla kahvesinde elinde bastonuyla, entarisiyle kavakların (çınarların) altındaki kirpede (divan, sedir) oturur, sapsız fincanında kahvesini yudumlardı. Dedem de Mehmet Ağaların kahyasıymış. Eskiden Alman Harbi öncesinde Keyfoturağı kahvesinde her hafta pehlivan güreşi olurdu. Yine bu güreşlerin olduğu bir günde dedem iştaha gelmiş, soyunmuş çıkmış meydana. Ondan sonra dedeme Deli Mehmet demeye başlamışlar.

Yaylada biryanı en güzel Hacı Ahmet Kahvesini işleten Mustafa ve Ali kardeşler, bir de Keyfoturağının sahibi Halil Dayı yapardı. Mustafa ve Ali kardeşler ayakları çıplak oradan oraya koşarlardı. Ayaklan gön gibi olmuştu. Yayla kahvelerinde hayvanlar için damlar (özellikle merkepler için), kasaplar, fırınlar, bakkal dükkanları ve mescitler bulunurdu. Voleybol fileleri de vardı. İsteyen namazına gider: isteyen alışverişini yapar; isteyen kağıdını oynar: isteyen de yer içerdi. 1950'li yılların sonrasında yayla kahveleri için, “camii olan yerde kahve olmaz” dediler. Yavaş yavaş bu alışkanlıklar kaybolmaya başladı. Vesaitlerin çoğalmasıyla insanlar Gökova, Marmaris gibi yerlere gidip eğlenmeye başladılar.

Eskiden Cumhuriyet meydanın ve Hükümet konağının olduğu yer bahçeydi. Terzi Şahap'ındı o bahçe. Sonra Valilik (Hükümet Konağı Alman Harbi sırasında tek katlıydı o sıralar hayvan hastanesi olarak kullanıyordu) aldı. Mezarlıklar Tekel binasının ve Muğlalı İş Hanının olduğu yerdeydi. Duvarlarla çevriliydi; içinde badem ağaçları vardı. Sonradan taşındı bu mezarlıklar. Hatta rahmetli annemin mezarı da Muğlalı İş Hanının olduğu yerdeydi mezarını yeni yapılan mezarlığa taşıdık. Tekelin olduğu yerde (bugünkü taksi durağının olduğu yer) Kazan Şeyh vardı. Orada bir incir ağacı vardı. Kesmek istemişler, kesememişlerdi. Sonra Marmarisli şoför Mustafa Dayıya şu ağacı kesiver demişler. Kesmeye çalışırken ayağını kesip topal kalmıştı. Ağacın kesimini o da halledemedi. Sonra askeriye halletti o işi.

Eskiden şehrin tüm işiyle ve trafiğiyle Belediye Çavuşları ilgilenirdi. Benim zamanımın en bilinen çavuşları: Kahvecioğlu Mehmet Çavuş. Humuryuttu Mehmet Çavuş ve Genekli Mehmet Çavuş'tu. Hep adları Mehmet'ti. Bildiğimiz tanıdığımız bakkallar arasında Konakaltında bakkalı olan Mustafa Çavuş ve Emin Usta (Emin Gönenç) vardı. Emin Usta aynı zamanda matbaacıydı. Halk Evinin matbaa işlerini de o yürütüyordu. Halk Evinde aynı zamanda kahve, kütüphane, bilardo masası ve alt katında lokantası mevcuttu. Halk Evinin başında Nevzat Bey vardı, o sıralar. Çok iyi çalışmalar yaptı. Kız kardeşi burada hakimdi. O dönemlerde evlerde ocaklar vardı; sobalar yoktu. Dirgeıme’den (Akkaya) Karadağ'dan kök kazar gelirlerdi. Ocağa atardık, çok güzel kömürü olurdu. O yanan koru alırsın, mangala koyarsın. Mangallar kapaklı vc büyük bacaklıdır. Odanın ortasına konurdu, özellikle zenginlerde bakır mangallar olurdu.

Yemekler bakır tabaklardan yenirdi. Herkese ayrı ayrı tabaklar verilmez, bir tabaktan yenirdi. Ocağın sağından ve solundan itibaren büyükten küçüğe doğru sofranın başına oturulurdu. Evin en büyük erkeği (yoksa evin büyük kadını) ocağın sağ köşesine, evin hanımı sol köşesine oturur, çocuklar büyükten küçüğe olmak üzere anne-babanın yanına dizilirdi. Ekmek dışarıdan alınmazdı. Evlerde hamur hazırlanır ve fırınlara minietle (hamur tahtası, göz göz olur, dikdörtgen biçimlidir) götürülürdü. Mesela Ekmekçi Mestan ve Ali Çavuşun fırınlarına giderdik. Saburhane'de de vardı fırınlar. Fırınlardan ekseriyetle zenginler ekmek alırdı. Ekmeğin arasına helva koyar yerlerdi. Köyden gelenler Pazar ekmeği ve helvayı hediye olarak götürürlerdi, köylerine.

Muğla köftesini ilk yapan Köfteci Hamdi'dir. Şu an Fistan Giyimin olduğu yerde küçük bir dükkanı vardı. İnsanlar sıraya girerdi.

Çocukken Ahmet Kermanların boş arazisinde çelik-çomak, mamışık, kayrak (çukur koymaca) ve sırttan binmece (uzun eşek) oynardık. Top niyetine bıçkı tozundan, çaputtan yaptığımız toplarla oynardık.

Eskiden hafta tatili Perşembe vc Cuma günleriydi. Herkes Perşembe günü alışverişini yapar, hazırlıklarını tamamlayıp, temiz; elbiseleriyle Cuma namazına giderlerdi. Biz kendi aramızda haftanın günlerine şöyle deriz: Pazartesi / Büzük (Bozüyük) Demeği, Salı/Sali, Çarşamba/Dernek, Perşembe/Muğla Pazarı, Cuma/Cuma, Cumartesi/Cumartesi, Pazar/Ula Pazarı'dır. Bu günlerle ilgili itikatlar vardır. Büzük Derneği günü gezmeye gidilmez; Salı günü çamaşır yıkanmaz. Dernek günü iğne tutulmaz. Bundan başkaca, gece kuşunun (baykuş) gece ötmesi ölüm olacağına delalet eder; köpeğin uluması uğursuzluktur; yarasanın gündüz evde uçması uğıırsuzluktur. Ağrımız olduğunda, mahallenin yaşlı, ağzı dualı kişileri başağrısı okuyuverirler. Sırtını ovarlar, boyunlarını ovarlardı. Göbek ağrısı olduğunda hamur basarlar. Yine yaşlı kişiler, eli dualı deriz, onlar yapardı. Kekik yağı her evin doktorudur. Ağrılarda ve üşütmelerde, kekik yağını kulaklarının arkasına ve sırtına sürerler.

Yazarın notu: Son söz olarak bu kentin büyüklerinden öğrendiğimiz bize dair gerçekleri iyi değerlendirip sonraki kuşaklara aktarmak gibi bir misyonumuz olmalıdır.

Onur Alp Ersoy
Halkbilimci

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder