Kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Eylül 2019 Pazar

Muğla'nın Bahçeleri

Tülay Kayar'ın ''Muğla'da Güz Baharı'' adlı eserinden ''Muğla'nın Bahçeleri'' bölümü:

Kozağaç köyünden çıkan soğuk su, Muğla'nın dört bir yanına yayılmış bahçelerine kollarını uzatır, kendisine yatak olmuş arıklardan aceleyle akardı. Akardı ki, hayat vereceği toprağa bir an önce ulaşsın, toprak canına can katsın.

'Vesaitler yoktu o zamanlar' diye anlatıyor babam. 'Çine'den biber, Ödemiş'ten patates gelmezdi, gelemezdi. Muğla'da büyük bahçeler vardı, en küçüğü on dönümden fazla olan bahçeler'. Bugün bazı mevkilerin halen daha eski işlevleriyle anıldığını anımsadım. Celalli Bahçesi, Ağa Bahçesi gibi.

Muğla'nın bahçelerini yazarken, insanların kafalarında beliren soru işaretlerini görür gibi oluyorum, 'Muğla'da bahçe var mı?' diye. Hayır, şimdi yok, ama bir zamanlar vardı. O dönemleri anımsayanlar, Muğla'nın bahçelerini şöyle anlattılar:

'Muslihittin Mahallesi'nin, apartman katlarıyla dolu mevkilerinin bir kısmında 'Hacı Hamdi'ler Bahçesi, Adile Bahçesi ve Gadıoglu Bahçesi' bulunurdu. Bugünkü Grand Brothers Oteli'nin alt kısımlarında yaşamış olan bu bahçeler, yan yana diziliyorlardı. Genelde sahibinin adıyla anılırlardı. Hacı Hamdiler Bahçesi, Hacı Hamdi'ye aitti. Adile Bahçesi, Mustafa Efendi'nindi. Trafik Bölge Müdürlüğü'nün karşısında bulunan, gene kooperatif evlerinin sivrilmekte olduğu arazinin alt kısımları Gabaklı'nın Bahçesi'ydi. Eski sanayinin üst kısımlarındaki, Sağır Osman'ların arazisi Celalli Bahçesi'ydi.' Bugün o mevki gene Celalli Bahçesi diye anılıyor. Emir Beyazıt Mahallesi'nde bulunan Orman Bölge Müdürlüğü'nün arkalarından başlayan bahçeye Muratlar Bahçesi deniliyor.

Bahçecilik biraz önce söylediğim gibi bir sektörmüş adeta. En küçüğü on dönümden başlayan bahçeler kimi zaman 40-50 dönümlere kadar çıkabilirmiş. Bazı bahçeler sahipleri tarafından işletilir kimileri de kiralanırmış. Kentin sebze, meyve gereksinimleri bütünüyle bu bahçelerden karşılanırmış.

Boklu Bahçe de bunlardan biri. Bugün Koca Mustafa Efendi İlköğretim Okulu'nun yanındaki arazi Şerif Aga'nınmış. Daha sonra bu yer mirasçısı Abide Hanım'a geçmiş. En son bahçıvanı Osman Koçer'miş. Gülağzı'nda oturan Osman Koçer, çifti çubuguyla burada bahçıvanlık yaparmış. 'Gecesi gündüzü olmayan bir iştir bahçecilik' diye anlatıyorlar. Sonra da parsellenerek satılmış bu yerler. Bugünkü durumu apartmanlar, yıkıntılar v.s.

Değirmen Deresi'nin üst kısmına 'Yukarı Bahçe' yapılmış. Asar'la Kızıldağ'ın arasında da 'Dere Bahçesi' bulunuyormuş.

Belediye Binası'nın arka kısımları 'Ağa Bahçesi' imiş önceleri. Cambazlar Ağa Bahçesinde oynarmış. Bir de Kasapoğlu Bahçesi var ama yerini öğrenemedim.

Gene buna benzer yerini öğrenip ismini öğrenemediğim bahçeler de var. Örneğin Sekibaşı Camii'nin yan tarafları ile Nazmi-Zehra lyibilir ilköğretim Okulu'nun bulunduğu arazi önceleri bahçeymiş.

Kürkütçü Bahçesi, eski garaj ile Çocuk Yetiştirme Yurdu arasında uzayan geniş alanda yaşamış. Şimdi oradaki bir caddenin adında yaşıyor.

Muğla Bahçeleri genellikle kişilere aitmiş. Bunların yanında bir de 'Kel İhramlar Bahçesi' var ki, o bahçe vakıf arazisi üzerine yapılmış. İcarcısı (kiracısı) Hacı İbrahim Oğluymuş. Hacı İbrahim Oğlu bahçe gelirlerini, Zemzem Kuyusunda tuluk ve urgan yapılmak üzere Mekke-i Mükerrem'e gönderirmiş. Tuluk, Zemzem Kuyusundan su çekmeye yarayan, dana derisinden yapılmış, bir bakraç türü.

Dudu bahçesi ve Dönme Dudu

Saburhane'nin öbür tarafı diye tarif edilen yerde 'Dudu Bahçesi' vardı bir zamanlar. Ve Dudu. Muğlalılar onu 'Dönme Dudu' diye tanıdılar, hep öyle bildiler. Evlatlarına da 'Cavuroğlu' dediler.

Önceleri Çetibeli köyünde değirmencilikle uğraşan bir ailenin Stella ismindeki kızıydı o. Yusuf isminde bir yörük delikanlısına vuruldu. Onunla evlenip, oradaki papazın ve ailesinin ısrarla karşı çıkmalarına rağmen Müslüman oldu. Yusuf askere gitti ve geri dönmedi. Şehit olmuştu. Dudu hayatının bu bölümünde Abdürrahim isminde biriyle evlendi. Abdürrahim Dudu'yu üzdü. Dudu mertti, Stella'yken başlayan hikayesi Dudu Ana olarak bitti. Çünkü Muğlalılar onu 'analık' unvanına layık buldular. Erkek gibi de kadındı, çiğ işleri sevmezdi. Abdürrahim'i boşadı ve hatta onu bir güzel de dövdü.

Hayatının geri kalanında çocuklarına hem ana hem baba olmak zorundaydı artık. Hacı Hamzaların bahçesinde ortakçı olarak çalışmaya başladı. Çalışkandı. Bir hafta boyunca ürettiklerini perşembe pazarında satar ve hasılatı bahçe sahipleriyle paylaşırdı. Bu süreç içinde birkaç inek edindi, sonra da 35.000 liraya o bahçeyi satın aldı. Ve bu şehrin bahçe malzemesi ile süt, yoğurt ihtiyacının önemli bir kısmını üretmeye başladı.

O artık 'Dudu Ana'dır. Tam bir müslüman olarak ibadetini yapmakta, orucunu tutmaktadır.

Evlatlarına öyle kol kanat olmuştur ki, bir keresinde oğluna kumar oynatıyorlar diye bir kahveyi bile basmıştır. Sadece kendi evlatlarına değil etrafındaki insanlara da analık yapar. Mahalle aralarındaki parasız insanları tespit ettirip onlara süt yoğurt dağıtır.

Torunu sevgili Ali Rıza Yıldırım, babaannesini anlatırken; 'Mal canlısıydı o' diyor, 'İneği hastalandığında ona bakar, ölümünü bekler' öldüğünde de onu gömer, yasını tutardı, hatta inek sağarken yanından hiç kimseyi geçirttirmez, nazardan korkardı.'

Son zamanlarda gözleri görmez olmuş Dudu Ana'nın. Öyleyken bastonuna dayanır, bahçesinde bir sandalyede otururmuş. Belki de bahçesinin sesini dinliyordu kim bilir...


MUĞLA'YA DIŞARDAN SEBZE GELMEZMİŞ


Evet, önceleri motorlu taşıma araçları yokmuş. Bu nedenle de dışarıdan sebze gelmezmiş Muğla'ya. İçeride üretilirmiş. Kozağaç köyünden gelen su, bu bahçeleri sulamaya yetermiş. Kozağaç suyu kesildikten sonra da bahçecilik kalmamış. Muğla'nın sebze ihtiyacı, Gülağzı ve Doğanköy köylerinden karşılanır olmuş. 'Ondan sonra da vesaitler yetişti' diyor babam. 'Sebzeler Çine'den gelmeye başladı'.

Böyle olunca da bahçelerin yerleri önce boş arazilere dönüştü, sonra da parsellenip satıldı. Özellikle kooperatif evleri bu araziler üzerine kuruluyor.

Bir zamanlar biber patlıcan yetişen bu yerlerde şimdilerde apartmanlar yetişiyor. Balkonlarında bile yeşili olmayan...

12 Haziran 2015 Cuma

Muğla'da Gelenekler

Hatma (Fatma) Teyze'nin, ocağın içindeki, yarısı su, yarısı gaz yağı dolu kandili küçük odasını aydınlatıyordu. Teneke sobaya; atılan odunun keyif veren çıtırtısı, çevresinde- oturanlara hoş duyular veriyordu. Dışarısı soğuk, yollar, çıralarla aydınlanmış ve radyodan Hamiyet Yüceses'in sesi yükseliyordu. İnsanlar değişen koşullarla değiştiler...

Tek odadan çok odalara, kandilden elektriğe, teneke sobadan kalorifere, radyodan televizyona yol alan süreçte değişmeyen bir şeyler gene de vardı. Değişmeyenlere ya da değişime uğrayarak süregelenlere ''gelenek'' dedik. İnsan ilişkilerinin doyumsuz paylaşımına sahip çıkıp, geleneklerimizi televizyonlara, apartmanlara yani günümüze getirdik. Eskiydiler, ama gerekliydiler. Çünkü özünde insan vardı, insanın özündeki sevgi ise zaten tartışılmazdı.

Muğla insanının birlikte ağlayıp birlikte gülmesi, sevinci de üzüntüyü de paylaşması, doğan çocuğa, ölen yaşlıya gösterdiği candan sevgi, geleneklerin günümüze taşınmasında etken oldu. Muğla küçüktü, o nedenle de geleneklerini yaşatabildi, geçmişinden vazgeçmedi. ''Küçük yerlerin bu özelliklerini sevmiyorum'' der kocam. ''Bir ilan duyduğumda tanıdık biri ölmüştür diye endişe ediyorum.'' Öyledir de duyar Muğlalılar ilanlardaki isimleri ve duyumsar ateşin düştüğü yerdeki acı hisleri. Bu duyguyu yaşayan kimi zaman avlusunu yıkayan kadındır, kimi zaman dükkanım açmış bakkal... Kapanır kapılar, işler bırakılır. Cenaze evinin yapılacak işleri paylaşılır. Erkekler cenaze namazında buluşurlar çoğu kez. Musalla taşının üzerine konulan cenaze beklenir bir süre. Saflar tutulur, namaz kılınır ve caminin uygun bir yerinde ailenin en yaşlı erkeğinden başlayarak diğer akrabalar sıraya durur. Cenaze namazına gelmiş erkekler, bu sıranın önünden geçerek baş sağlığı dileklerini iletirler.Cenaze, mezarlığın tanıdık kapısından girince omuzlara alınır. Elden ele mezarının, başına kadar getirilir. Defnedilir. Duası okunur ve eve dönülür. Baş sağlığı dilekleri mezarlıkta da, camide olduğu gibi uygulanır. Bu arada kadınlar, cenazenin evden çıkmasının derin üzüntüsünü, dillerine yansıtırlar. Yaşlıların; ''ölünün arkasından bağırılmaz'' sözüne uyamadan, ağlar, bağırırlar. Hep denir ya; ''soğuk yüzü görülüp de toprağa girdi mi, Allah metanetini verir'' diye, verir Allah metanetini, büyük bir sabırla otururlar evlerinin baş köşelerinde, başlarında beyaz üsküfleri, siyah giysileriyle. Başsağlıklarını kabul ederler, ortak yaşanmış anılarını birlikte yad ederler.Ailenin büyükleri, özellikle kadınları en az bir hafta cenaze evinde kalırlar.

Cenaze defnedilip gelindiğinde, artık hayatta olmayan insan için mevlit okutulur. Yedisinde de hayırı yapılır. Hayır, genelde lokma ile olur. Elli ikisinde tekrar hayırı yapılır, mevlit okutulur. Bu kez hayır, katmer ya da gene lokmadır. Eskiden, tanınmış aileler, küçük lokma yaptırırlarmış. Katmer yaptıranlar, içerisine  nişasta helvası da koyarlarmış. Günümüzde de bu gelenekler sürer, lokma, katmer yapılıp dağıtılır. Asıl önemli olan gelenek ölü  yemek götürülmesidir. Hem yemek götürülmesi hem de başsağlığı elli iki gün sürer.

Ölen insan kaybolup gitmez Muğla'da, yer değiştirir. Bayramlarda, kandil günlerinde Muğla mezarlıkları dolar taşar. Ziyarete gidenler tanıdık herkesin mezarını ziyaret edip, dualar okurlar. Mezarların üzerine “mersin” diye bilinen ağacın dallarını atarlar. Dönerken de içlerinde korku değil hüzünle; “Eeee geleceğimiz yer burası değil mi?” diyerek iç çekerler. Ve her zaman onun anılarıyla dolu sohbetler ederler; rahmetli anneannem, rahmetli babaannem, rahmetli büyük ninem diye başlayan sohbetler...

Biraz kasvetli bir konuydu anlattığım. Muğla geleneklerinde kasvetten uzak olanlar da var tabii. “Çocuk Yaşı” geleneği bunlardan biri. Yeni doğan çocuğu görmek ve aile fertlerini kutlamak için gidilen ziyarete “çocuk yaşı” denilir. Çocuğa özgü hediyeler alınarak gidilir bu ziyarete. Hediyenin çeşidi önemli değildir. Muğla'da önemli olan ‘'aramak” tır. Eskilerde sütlaç, süt, muhallebi gibi yiyecekler götürülürmüş çocuk yaşına.

Yeni doğan çocuk önceleri kırk gün dışarıya çıkarılmazdı. Kırk gün sonra da ''çocuk yaşına'' gelmiş konu komşuya ''çocuk gezmesi'' yapılırdı. “Çocuk gezmesi” de ilginç bir gelenek. Gezme sonunda çocuğun koynuna, yumurta, şeker, çorap, mendil gibi hediyeler konulur. Bu da “evimiz farelenmesin" adı altında yapılır. Böyle bir neden tabii ki bir yakıştırma. Burada amaç gene paylaşım.

Yeni ev yaptıran kişilere yapılan ziyarete de “ev kurdu” denilir. Yeni eve hediyeyle gidilir. O evin bir eksiği ya da insanların uygun gördükleri bir eşya olur bu hediye. Yeni evde bir de yasin okuma geleneği vardır ki, bu da evin “bereketi bol olsun” diye yapılır.

Sünnet geleneği, bir mürüvvet geleneğidir. Çocuğun ve ailenin ilk mürüvvetidir sünnet. Sünnet kimi zaman düğünle, kimi zaman da mevlitle yapılır. Sünnet düğününün ailenin maddi durumu ile de ilgisi var tabii. Yemekli yapılan sünnet düğünlerinde bir gün önceden yemek kazanları vurulur. Keşkek, kızartma, etli nohut, pilav, tavuk, mevsimine göre taze ya da kuru fasulye gibi yemekler pişirilerek konuklara sunulur.

Sünnet düğünü evde davul zuma ile başlar. “Sünnet çocuğu”na evin önünde zeybek oynattırılır. Sonra da şehir içinde arabalarla gezdirilir. Önceleri arabalarla gezilmezmiş. Bu günkü gibi konvoyların başında kameralar olmazmış. At'la gezdirilirmiş çocuklar. Şimdilerde aynı günün akşamı bir de “balo” denilen eğlenti yapılıyor. Burada önemli olan şey, bir gün önceden çocuğun eline kına yakılması. Kına, çocuğun baş parmağı ile işaret parmağını içine alıyor. Yani açıldığında silah görünümü veriyor. Sanırım askere gideceğinden.

Askere gönderme geleneği de var ama, önceleri bu kadar şaşaalı olmuyormuş. Askere giden gence harçlık vennek ve döndüğünde de “silahın mübarek olsun” demek gelenektendir.Askerlik bitip de, bavulunu eline alıp, memleket toprağına bastımı delikanlı, evlenmeye sıra gelmiştir artık. Kim bilir kaç kez,! tekrarladığı, “mektubunda diyorsun ki gel gayri,, sütler kaymak tutar tutmaz ordayım” türküsünü dondurur dudaklarında. Askerlik bitmiş, bir yuva kurmanın yürek kıpırtısı başlamıştır delikanlıda.

Düğün geleneği, günümüze taşıdığımız! geleneklerin başında gelir. Özünde değişmeyen bu gelenek, günümüz koşullarında yinelenmiştir. Eskiden olduğu gibi üç gün siiren, düğünler artık yapılmasa da Muğlalı,, düğünlerine gerekli özeni göstermeyi sürdürmektedir.


Önceleri kızlarla erkeklerin birbirlerini görmeleri olanak dışıydı. Bu nedenle evlenme' yaşına gelmiş oğlanın ailesi, özellikle kadın olanlar, kız arayışına girerlerdi. İyi aileden, kendi güzel, huyu güzel bir kız bulunur, aracılar gönderilirdi. İstenme gününe gelindiğinde,, oğlanın ailesinin büyükleri kız evine gider,, “Allah'ın emri, peygamberin kavliyle hayırlı bir' iş için geldiklerini” belirterek, baş köşeye otururlardı. Kız evinin yanıtı genelde aynı olurdu, “bir düşünelim, danışalım.” Kızın ailesinin büyükleri aralarında karar verirler.eğer kızlarını vermeye gönüllü iseler, oğlan evine tekrar gelmek düşerdi. Bu arada kızla oğlan birbirlerini hiç görmezlerdi. Aileler biraz aydınsa eğer, kızla oğlanı birbirlerine göstermek için bahaneler yaratılırdı. Bu işi ailelerin, kadınları üstlenirdi. Düğün, bayram gibi olaylar,1 değerlendirilir, evlenecek olan gençler) birbirlerine gösterilirdi, o da karşıdan karşıya...

Nişan, evlilik öncesi bellilikti önceden de. Kız evinde yapılırdı. Önce kızın nişanı takılırdı. Oğlan evinden gelen bir grup akraba ve eş - dostun katılımıyla olurdu. Nişana oğlan, gelmezdi. O gün oğlan evi kızın yüzüğünün yanı; sıra kumaş, terlik, çamaşır, makyaj malzemesi gibi hediyelerde getirirdi. Hediyeler bavula konulurdu. Bavulun içi, kıza getirilen eşyaların konulduğu süslü bohçalar ya da şaselerle pek, süslü olurdu. Yüzüğün yanı sıra, inci kolye, küpe, yaka iğnesi, bilezik gibi takılar nişanda takılırdı. Küçük bir eğlenti sonunda konuklar, dağılırlar, bu kez telaş kız evine düşerdi. Kız evinin akrabaları, birkaç eş-dost oğlan evine gidilirdi. Oğlana alınan hediyelerin yanında börek, baklava tepsileri de giderdi. Tepsiler bakırdan olurdu. Bu tepsiler geriye dönerdi sonra. İçine çerez, çerezlerin üzerine de kız için alınmış kumaşlar konulurdu.

Kız eviyle oğlan evinin arasında gidip gelen bavullar, tepsiler, iki ailenin yakınlaşmasını sağlardı. Aileler arasında ısınmalar başlar ancak, oğlanla kız halen daha görüşmezlerdi. Görüşme gerçekleştiğinde bir kere, ilk heyecan yerini ilk özleme bırakırdı artık. Eğer iki bayram arası değilse, yakınlarında ölen,kalan yoksa, oğlanın işi, kızın çeyizi de hazırsa, uzamazdı nişan aralığı, düğünün adı konuverirdi.Belirlenen tarihten bir hafta önce de nikah yapılırdı.

Muğla düğün geleneklerinde kız evinin yükü ağırdı o zamanlar. Kız evi çeyizin tamamını yapardı. Oğlan evi takısını takar bir de evini yapardı. O nedenle söylenir, “kız alırsan Muğla'dan, ev yaparsan tuğladan” diye. Kız evinin telaşı farklıydı oğlan evininkinden. Halen daha öyledir. Çeyizler hazırlanır. Her ne kadar kız beşiğe girdiğinde, sandık evin altına girmiştir ve aynı anda içi de doldurulmuştur ama gene de yapılacak işler çoktur. Yorganlar, döşekler, yastıklar yaptırılır.Çarşı pazar işleri bitirilir. Kızın çeyizi gelin gideceği eve yığılır. Önceleri, mutlaka üç döşek olurmuş çeyizde. Her döşeğin üzerine üç yorgan konulurmuş. Onların üzerine de ikişer yastık...Çeyiz önce kız evinde sonra da oğlan evinde serilirdi, komşular görsün diye... Şimdilerde “yüklük” tabir edilen dolaplara konulan çeğiz malzemeleri önceleri maketlerin (divan) üzerlerine konulurdu.

Düğün telaşı sadece evlenecek gençlerin ailelerine yansımaz. Komşuluk hakkı burada gözle görülür bir hal alır. Düğün günü, bütün komşu evler açılır. Gelen konuklar mahallenin insanlarınca ağırlanır.Öncelcri üç gün sürerdi düğünler. Cuma akşamından başlanırdı. Bir gün öncesinde yemekçi getirilir, zerdeler yapılırdı.Cuma gecesi “kına gecesi” olurdu. Kına kız evinde yapılırdı. Gelin olacak kız, kına günü, başına eğri fesli örtü örterdi. Hatta o sene gelin olmuş genç kadınlarda eğri fes takarlardı.

Oğlan evinden kınacılar gelir, eğlenilir, kına yakma görevi, oğlan evinden bir yengeye aittir.Kma yakılırken “kına havası” söylenir, adettendir. Gelin ağlatılır. Kırmızı kına örtüsünün altında, elleri kınalı, gözleri yaşlı geline mutluluk dilenir. “A gelin, a kardeş kınan kutlu olsun. Hem orda, hem burda dilin tatlı olsun” Cumartesi günü, öğleden sonra kız evinde düğün kurulurdu. Bu gün bile aynı geleneği sürdüren aileler vardır. Yemekler hazırdır artık. Gelen konuklara yemek çıkarılır. Keşkek düğün sofralarının baş tacıdır. Pilav, et, etli nohut, mevsimine göre taze yada kuru fasulye, kızartına, salata ve zerde yemeklerin başında gelir. Bu arada kız düğünün çalgıcıları, ince telden başlarlar çalmaya. Kız evinin çalgıları ince sazdır çünkü. Gelin o gün pembe yada mavi giysi giyerdi önceleri. Oğlan evinin telaşı, kız evininkiııden farlı değildir aslında. Orada davul-zııma çalınırdı

Pazar günü gelin alma günüdür. Davul- zurna sabahlan çalmaya başlar. Öğleden sonra, oğlan evi, gelini almaya gelir. Gelin o gün beyaz giysisini giyer. Kızın babası, eğer yoksa aile büyüklerinden biri, gelinin duvağını örter, beline kırmızı kuşak bağlar, mutluluklar diler. Kızını oğlan evinden gelenlere teslim eder. Ufak bir şehir gezisi yapan gelin alayını karşılamak için oğlan evi hazırdır. Önceleri oğlan da gelin alayına katılmaz, evinin önünde beklerdi. Evine gelen karısını çiçekle karşılardı.

Gelin, başından atılan buğday, ceviz tanelerinin altından geçerek girer yeni evine. Misafir odasına alınır. Baba evinde örtülen duvak, damat tarafından burada açılır. Şerbetler içilir. İmam nikahı kıyılır. Gelinin kucağına küçük çocuk oturtturulur. Bunun anlamı, arası çok geçmeden bebekleri olmasını dilemektir. Gelinin kucağına kız çocuğu oturtturulursa kızı, oğlan çocuk oturtturulursa oğlu olacağına inanılır. Aslı var mıdır, bilemem ama, benim kucağıma oğlan çocuğu oturtturmuşlardı. Bugün iki kızım var. Oğlan evi, gelinin gelmesiyle şenlenir. Kız evi “suyu çekilmiş değirmen gibi” kalıverir.
Pazartesi gününden başlayarak bir hafta süreyle gelinlik giydirilirdi geline. Bu olayın adı “duvak”tır. Bir hafta süreyle gelincik, bir taburede oturur, gelen eş-dost, komşu, akraba, onu seyrederdi. Günümüzde bu süre kısaldı artık. Bir gün gelinlik giyiyor, gelinler. Akşamları da yemek davetleri olur. Gelin bu davetlere önceleri gelinlikle giderdi.

Muğla düğün gelenekleri değişime uğrayarak günümüze geldi. Düğünler eskisi gibi olamasa da özünde değişen bir şey yok. Bu gün eskisi gibi üç gün sürmese de, bir hafta gelinlik giyilmese de düğünler aynı.

Bütün gelenekler komşuluk, ahbaplık geleneklerinin gereğidir. Muğla insanı bu geleneklerini, genellikle kadınlar aracılığıyla sürdürür. Muğla kadını herhangi bir olay nedeniyle ziyaretine gidemediği tanıdığı için; “aranmadı” diye üzüntü duyar ve bir an önce o dostunu arar.

Gelenekleri çoğumuz biliriz ve uygularız. Bu bize özgüdür, yani Muğla'ya ya da küçük yerlere özgü. Bizim apartmanlarımızda alt katta cenaze kalkarken üst katta düğün yapılmaz. Bozulmanın o noktasına gelmedik henüz. Çünkü geleneklerimizle, kültürümüzle birlikte ilerlemeyi “ilerlemenin özü” görmüşüz. O nedenledir ki, ilanlara kulak kabartırız, doğacakları takip ederiz. Ne zaman doğacakları önemlidir bizim için. Yeni ev alanlara bir değil beş kez gideriz, neyi eksik tespit etmek için. Hayırlı olsunlar dileriz ve “Allah cennetlerde kavuştursunlar” dileriz. Bütün bunlar “elle bitene el vermektir” bir gün hepimizin bize uzanacak bir ele gereksinmesi olabilir.


Tülay Kayar
Muğla Kent Tarihi Dergisi
Sayı:2

Muğla'da Gezerken*

Muğla, kuruluşundan günümüze kadar nice insanlara, nice kültürlere ve nice uygarlıklara beşiklik yapmış, kendi halinde bir kent. Geçmişi ile bugünü arasında birikimini, deneyimlerini yaşatmaya çalışan bir bilge, ya da bir belge. Şehre nasıl bakarsanız bakınız, o sizi her zaman o engin dinginliğiyle, hoşgörüsüyle, görmüş de geçişmiş vakur tavrıyla karşılar. Şehrin sırlarını merak ederseniz anlatır. Muğla, gizem dolu hikâyelerle başınızı döndürebilir.

Şehir, adıyla başlar sizi büyülemeye. O kadar çok rivayet vardır ki hakkında, bilmem sizi hangisiyle karşılar. Muğla adının antik dönemden kalma bir hatıra olduğunu bilir aslında. Bilir bilmesine, ama siz her bağrına bastığı kültürün kendine başka başka çeşniler katıverdiğini gözlemleyebilirsiniz. Nice günlük yaşamları bağrında beslemiş olduğunu bilemezsiniz. Her yaşamdan bir armağan almış mıdır, vermiş midir, bunu şehri hissetmeye, fısıltısını duymaya başladığınızda anlayabilirsiniz. Merak etmeyiniz şehir, bu gizem dolu sırlarının sizlerle paylaşır.

Yüksek yerde kurulu bir şehrin antik dönemdeki adı, artık yeni misafirlerince yeniden bezetilmiştir. Muğla adının oluşumu ile ilgili o kadar çok efsane anlatılır ki, bunlardan bir Evliya Çelebi'ye aittir. Muğli Bey'den söz eder, Çelebi: “Müsaade et Beyim, ben şu kalayı alayım,” diyen bir komutan. “Adına bağışladım,” diyen bir hakan vardır. Kale alınır. Hakan, Muğli Bey'in adını bağışlar şehre. Böylece Muğli ve zamanla Muğla kalır şehrin adı sanı. Kanunî Sultan Süleyman ile şehir arasında bir başka hikâye nakledilir. Padişah: “Burada mola verelim,” deyince ilin adı önce “Mola” ondan sonra da “Muğla” oluverir. Bu gizemli öyküleri isterseniz daha çok artırabilirsiniz.

Muğla küçük bir yerleşim birimidir, ama büyük bir birikime sahiptir: Şehir birikimine. Evliya Çelebi'nin ifadesiyle Muğla “şehridir”.; Her kasabada göremeyeceğiniz, hatta her şehirde göremeyeceğiniz bir birikimdir bu. Muğla, günlük yaşam içinde kavgası, gürültüsü olmayan bir şehirdir. Muğlalılar - kendilerini Muğlalı sayanlar da dahil - birbirlerini tanırlar. Muğla'da belediye hoparlörü her şeyi haber vermez, ama insanlar birbirlerinden haberdardır. Bir yaz günü Muğla'da kalmalarını ve bu kadar sakin bir şehir olur muymuş, demelerini ve yaşamalarını tavsiye ederim, yorgun şehirlerin insanlarına. Nerede bir aykırılık varsa, ki pek görülmez, onu Muğlalı bilir. Küçük şehrin büyük hoşgörülü insanları şehri birdenbire kocamanlaştırıverir. Muğla'da gönlünüz büyür,: yüreğiniz daralmaz. İşte böyle bir şey yaşarsanız' farkında olmadan.

İnsanlık halidir, her zaman her şey yolunda gitmeyebilir. Sıkılırsanız yürüyün benim gibi, Muğla'nın eski mahallelerine doğru. Salıverin kendinizi daracık sokakların bağrına. Alıp alıp götürsünler sizleri istedikleri âleme, yüzyılların ötesine. Kendinizi rahat bırakın buralarda. O sizin gamınızı sürükleyiverir, uzaklara. Geriye Muğla ve siz kalırsınız. Mekân değil mi, ferahlatan insanları dünyada; ucuz pahalı neyse, gamı öteleyen bir Muğla, bütün kültürel ve sosyal cephesiyle yaşanacak bir ortam sunar sizlere.

Şehir eski ve yeni çehresiyle karşılar sizi. Eskiden yeniye her geçiş sürecinin izleri, mahallelerin ve evlerinin mimari özelliklerinde saklıdır. Dikkatle baktığınızda, on yıllar içinde değişen mimariyi izleyebilirsiniz. Bunun için mimar olmanıza da gerek yoktur. Mahalleler ve evler bağrında yeni yaşamlar sürdürmeye devam eder, özveriyle. Siz de bu yaşamlara katılabilir, artık nesli tükenmekte olan bu şehirlerden birinde, geçmişi ve bugünü iç içe yaşayabilirsiniz.

Sahi kaç şehir güvenlidir artık. Kaç şehirde arabanızın camlarını açık bırakabilirsiniz? Evlerinizin kapıları açık kaldığında, içinizin rahat ettiği başka kentler var mıdır? Birbirleriyle görüşmeseler de birbirlerini tanıyan insanlarla, güven içinde yaşamım sürdüren kaç şehir kaldı? Eski ne varsa ağacından çeşmesine, evlerinden mahallerine kadar, kendi şehrine bilinçle sahip çıkan kaç şehir ve kaç şehirli var? Muğla'da bunların hepsi mevcut.

İsterseniz şehrin mahallerinden başlayalım dolaşmaya. Saburhane, Emir Bayezıt, Muslihitin, Orhaniye mahalleleri bunlardan bazıları. Saburhaııe mahallesine doğru yürüdüğünüzde, teninizi okşayan bir rüzgar sizi alır birkaç yüzyıl ötesine taşır. Adımlarınız sizi başka bir dünyalara götürür. Eski tarz mimari kucaklar sizi. Hangi yüzyılda yürümekte olduğunuzu şaşırabilirsiniz. Sokaklar kıvrılmaya, daralmaya başlar. İçinize sevinç gibi bir samimiyet doluşur. Birbirine omuz vermiş evler, ılıtıverir insanlığa dair sevecenliği ile misafirlerinin içini. Bahçeler evleri, evler ise insanları bağrına basmıştır. Kapı önünden geçenlere, bahçe kapıları âdeta tebessüm eder. Bu kapılar ilk görenleri biraz şaşırtır. Merak etmenin meyvemsi bir tadı vardır içinizde. Bunlar kuzulu kapılardır: üzerlerinde artık unutulmaya yüz tutan, bir tutam tokmaklarıyla. Kuzulu kapılar, yüzyılların geride bıraktığı zarif bir kültürün parçalarıdır. Kanatlı kocaman kapıların içinde bir kişinin eğilerek girebileceği bir kişilik kapılardır, kuzulu kapılar. Büyük kapının kuzusu, ya da büyük kapının kuzuladığı bir kapı; adını da buradan alır. Kuzulu kapılar, daha eve girmeden doğurmanın büyüsü ve bereketi görebilen, çözebilen kişilere sevinçli bir karşılama sıınuvcrir. İçeri girerken başınızı biraz eğmek durumunda kalırsınız. Baş eğmek alçak gönüllülüğün geleneksel göstergesidir. Çilehane dervişinin bel ve baş eğmesi ile örtiişen bir kültürün kalıntıları, şehrin size verdiği sırlardan biridir.

Kuzulu kapılar üzerindeki, tokmaklar bir çeşit sanat eseri niteliğindedir. Estetik bu yapısıyla evler, daha girişinde sizlere yeni inceliklerin ipuçları verir. Tokmak sesleri, tokmakların kaç vere vurulduğu, hangi tartımda çalındığı sesin şifreleri olarak çözülür, hane halkınca. Her tokmağın bir başka nağmesi, her vuruşun bir başka edası vardır. Kim geldi bilinir, kapı açılmadan. Misafir vuruşu, çocuk vuruşu, evin beyinin vuruşu, hanım vuruşu birbirinden ayrılır. Tokmak sesinden hangi komşunun kapısının çalındığına kadar, birbirini belleyen bir sahiplenme oluşturuver mahalle sakinlerinde. Birbirlerini tokmak seslerine kadar tanıyan komşulukların sırlarıdır bunlar.

Hane halkı ve misafirler kuzulu kapıdan girip çıkarlar. Eskiden kanatlı kapılar, sadece haftada bir açılırmış bütün ihtişamıyla. Haftada birodun toplamak için, yük hayvanları ile çıkılır. Masa Dağı, Kızıldağ ya da. Yılanlı Dağ sırtlarından yakacak odun getirilirmiş.

Muğla evlerinin muhteşemliğini, çatıları, oyma işlemeli ahşap yapıları, bu arada cumbaları ve bacaları tamamlar, evlerin hayatları, hayat verirken sakinlerine ve misafirlerine.

Sonbaharda bu mahalleri gezerseniz, hayatlarına veya pencerelerine asılı biber, patlıcan, bamya gibi çeşit çeşit sebzeleri, baharatlı sucukları, görebilirsiniz. Kilerlerinde kışlık meyveleri asılıdır, kavun gibi, nar gibi. Erişle kesiminde Muğla'da yumurta fiyatları fırlayıverir. Erişteler kurutulur; tarhana çorbaları; biber ve domates salçaları için emekler harcanır evlerde. İllaki bir kıtlık olacak olsa - Allah göstermesin - Muğlalının evinde kendine yetecek birkaç aylık erzakı bulunur.

Saburhane mahallesinin köşe başı fırınları, kanvehaneleri ve güzel insanları, içine girdiğiniz sokakların gerçek olduğunu, yaşamın bütün canlılığı ile devam etliğini fark ettirir sizlere. Saburlıanc adı gizemini, bir zamanlar burada bir hapishane olmasından alır. Hapishaneden daha miişfık bir ad değil nıi. sizce de? Suçluları bile ötelemeden sabırlardileyeıı bir anlayış, bir felsefe.

Saburhaııe Mahallesine yerleşimin ilginç bir öyküsü vardır. İlk gelenler çeşitli yerlere et veya ciğer asarlar, Etin veya ciğerin kokmadığı yere yerleşirler. İşte burası Saburhaııe’dir. Yaz aylarının sıcağında, burada püfür piilîir eser rüzgâr, insanını da diri tutar. Rüzgâr yaşamın ve oaııııı güzelliğini üfler fısıltıyla.

Kıvrılan sokakları dolaşmaya başladığınızda, her bir tarihi ev kendi kendine bir şeyler anlatmaktadır, dikkatle dinlediğiniz zaman duyarsınız. Soldaki sokağa döndüğünüzde, bir Obciediye çeşmesi görürsünüz. Birkaç metre ötede, belediye suyunu ilk kez bulduğuna inanılan Şemşi Aııa’nın yatırı karşılar sizi. Şemsi Ana'ııııı öyküsünü dinlediğinizde suyun Muğla için ne kadar meşakkatle getirildiği öğrenebilirsiniz. Çobandır Şemsi Ana. Keçilerini otlatmaya gider. Günlerden bir gün bir keçisinin sakalım ıslanmış olarak bulur, Ertesi gün ve sonraki gün bu böyle sürer. Bir gün Şemsi Ana keçisinin izini sürer. Keçi, içtiği suyu tekrar ayaklarıyla kapattığı için. Şemsi Ana bulamamıştır suyu. Böylece su bulunur. Suyun bol olmadığı zamanlarda, suyu bulması Şemsi Ana'yı öteki insanlardan farklı kılar. Ululanır. Ermiş olarak kabul görür. Bu çeşmeden su içerken bir fatiha isler sizlerden Şemsi Ana. beni unutmayın, susuzluğu unutmayın dercesine. Keçi mi, o keçiliğiyle kalır. Hani adam adama boşu boşuna “keçi” demezmiş.

Kıvrılan yollarda birer birer selâmlaşırken her bir evle, kendinizi Şahidi'nin mekânında bulabilirsiniz. Şahidi'nin XV. yüzyılda yaşadığı bilinmekledir. Her yerde göremeyeceğiniz bir dergâh, bugün cami olarak karşılar sizi. Caminin iç bölümü günümüzde dc, dervişlerin bir zamanlar halka halinde zikir yaptıkları gibi aynen korunmaktadır. Şahidi'nin çok sayıda olağanüstü öykülerini bu ziyaretler sırasında işitebilir, yüzyıllar sonra bile Muğlalıya nasıl yardımcı olduğunu, kendi mekânını nasıl olağanüstülüklerle koruduğunu öğrenebilirsiniz. Tıpkı Oğuz Kağan gibi, daha bebekken konuşur, mahkemede kadının karşısında şahitlik yapar: “Gedâyem Şâhidî-i Mevleyimeıu / Diyâr-ı Mcııteşe'de Muğlavîyem" der.

Muğla'nın mahallelerini bir bir gezdiğinizde, şehrin en eski hatıralarını bir kez daha yaşayabilirsiniz. Her mahallesinde bir gizem, bir bilgi saklıdır. Emir Bayezıt adı bir kere daha yüzyıllar öncesine XVI. yüzyıla götürür sizleıi. Emir Bayezit'e ail hayat hikâyeleri, bir zamanlar, din adamlarının halkla ne kadar içi içe olduğunu, cıı sıradan işlere, bile nasıl yardımcı olduğunu, sabır ve yol gösterme adına. Muğla’ya bir zamanlar çok şey katığını öğrenebilirsiniz. Şehir adından mahalle adlarına kadar, Muğla'nın kendi kültürel birikimi her bir adımda sizlere güzellikler ve incelikler suııamaya devam eder.

Kurbaıızade Hacı Süleyman Efendi, Hamursuz Dede, Üç Erenler, Ahi Sinan gibi isimler, larilıî derinliklerde Muğla'nın kültürel birikimini oluşturun “diğer isimler” olurlar. Her biri Muğla halkının hafızasında, onlar hakkında anlatılan olağan veya olağanüstü öyküleriyle canlıdırlar.

Perşembe Pazarı artık turist çekmeye başladı. Alış veriş yapanlar bile, onlar için seyirlik bir öğe oluşturmuş durumda. Perşembe Pazarının nasıl bir cazibeye sahip olduğunu yabancı bakışlarla bir kez daha fark edebilirsiniz. Burası üretici pazar yeri olduğu için, yakın uzak çeşit çeşit köylerden yetiştirdikleri tazecik ürünlerle köyden kalkıp gelen Muğlalılarla buluşabilirsiniz. Onlarla alış, veriş yaparken muhabbet etmeyi ihmal etmeyiniz, incinebilirler. Bu sohbetlerde, Muğla, ağzının güzellikleri işitme şansınız olacaktır. İştej böyle bir konuşmayı etrafındakilerle yapan bir çocuğu hayran hayran dinlerken, bir çocuk size; dönüp: “Ne güliipdurun?” derse şaşırmayınız.

Yaşlı kadınların sözlerinin sonu çocuğum diye biter. Toprak analarının sözleri güzellikler üretmeye devam ettiğini, insan olmanın ve< insanlığın keyfine varma şansını yakalayabilirsiniz. Onlar alışverişle birlikte farklı insanlarla görüşebilme fırsatını çok iyi1 değerlendirirler. Sizler bu fırsatı niye, değerlendirmeyesiniz? Her ne arasanızj bulabilirsiniz bu pazarda; ister mevsimlik, meyveler, sebzeler; ister kurutulmuş sebzeler.' Uzak yakın her yerden gelir satıcısı. Alışverişin* güzelliği, satılan sebze ve meyvelerinin tazecik! olmasından çok, satıcılarının insan olma sırrını1 her dem diri tutmalarından kaynaklanır.1 İnsanlığın özünü ve yalınlığını Perşeınbe| Pazarında daha yakından izleyebilirsiniz.

Bir zamanlara kervanların konakladığı hanlar ve kervansarayları görmek islerseniz.! biliniz ki onlarda korunmuştur. Kervan yollarını aramak isterseniz onları bile bulabilirsiniz. Biı" zamanlar han olan Koııakaltı ve Yağcılar Hanları şimdi, kültür sanat ve çarşı olarak hizmet vermekte. Koııakaltı İskender Alper Kültür, Merkezi film çekim mekânı bile oldu., Bahçesinin çiçeklerle karşıladığı onlarca odadan1 ibaret. Yerel yönetimin duyarlı tavırlarının yörej halkıyla örlüştüğü hanlar, sizlere geçmiş om yılların, yüzyılların resitalini sunar. Yağcılar' Hanında yaşlı bir çınar sizi gölgeler. Altında! oturduğunuzda zamanın gizemi ile burun burunaı gelirsiniz. Handan nice insanlar gelip geçmiştir.!

Siz de bunlardan birisinindir artık. Bu hanlar hayatın güzelce yaşamaya layık olduğunu anlatır sizlere.

Bu şehirde hâlâ yetim çocukları çırak olarak alınıp yetiştirildiğini, askere uğurlanıp harçlığının yolladığını ve asker sonrası onlara düğün yaptığını işitebilirsiniz. Evlat gibi sahip çıkılan yetim veya öksüz kuşaklara da. baba duyarlığı gösteren bir anlayışa şahit olabilirsiniz. Halkın toplum adına ortaya koyduğu ferdî duyarlığıdır bu. Çorbada tuzum olsun gayretidir. Kendisinden öte başkaları için, onların geleceği için tasalanan Doğan Usta gibi insanların yüce gönüllüğünün göstergesidir. Her şeyin afişe edildiği bir dünyada, adın ve sanın duyurulması adına hırçın bir rekabetin yaşandığı günümüzde, yapıp ettiklerini kendinde saklayan tevazu sahibi, hayır sahibi insanları bu tevazudan dolayı bulmakla zorlanabilirsiniz. Çünkü iyilikleri ve dostlukların hesabı tutulmaz. Bunlar bir gün binlerinin başına kalkılmaz. Halk terbiyesinin son demlerinin yaşatıldığı bir dünyada. Muğla'da bu türden değerler, öksüzler, yoksular, yaşlılar ve hatta sokak köpekleri için bile günlük yaşamı kolaylaştırır. Hayriye Hanım gibi hayır, kültürel ve sosyal işlere gönlünü bağlamış birini yolda gördüğünüzde yaşamın güzel insanlarla değer bulduğunu fark edersiniz. Bilge bakışlı çok sayıda emekli öğretmeni yetiştirdikleri ve hayata sundukları genç kuşaklarla iftihar eder bir edayla bulursunuz, onlar diğer yandan çocuk bakışları kaybetmeme gayretindedir. Av köpekleri öldüğü için aylarca yas tutan onlardan başka sıcak yuvasında kimseciği olmayan, mahallenin kırk yıllık Neşet Dayısı, vakur bir insanın yaşlı bir çınar gibi yaşama nasıl dört elle sarıldığını, yılların geçmesinin yaşlılık anlamına gelmediğini öğretebilir sizlere. Birkaç hafta birbirine tesadüf etmeyen dostların meraklı arayışlarını yaşamı yaşanır kılmaz mı? İşte bunlar küçük şehrin hayat sırlarından bazılarıdır, insana dair. Arasta'yı görmeyen, ben Muğla'yı gezdim demesin. Şadırvan i ı kiiçiik bir sahanlık ve etrafında tek katlı dükkânlardan oluşan ara sokaklar arastayı oluşturur. Bu sokaklardan bir başka ses, bir başka koku gelir. Burada kalaycılardan son izler bulabilirsiniz.

Eğer birkaç eski kalaylanacak kap kaçağınız varsa, o zaman perşembe pazarını beklemelisiniz. Perşembe günü kalay ve bakır işlerinin merkezi Kavaklıdere ilçesinden gelenler, sizin kalaylarını alır götürür ve ertesi hafta kalaylı bir şekilde getirir. Semercilerden bir tek dükkân da olsa bulabilirsiniz. Semerci ustayı çarşının zamana boyun eğmiş bir dinginlik içinde görebilirsiniz. Demirciler, ayakkabıcılar, terziler, kahveciler, kebapçılar, fırıncılar ve diğerleri, eski mesleklerin canlarını, bedenlerinde taşırcasına onları geleceğe taşımaktadırlar. Ayakkabı tamircileri pek az değildir. Gürbüz Usta çırakları ile bu esnaf içinde belki de en bahtiyarıdır. Öyledir öyle olmasına da, o da, dükkân sahibi olan kalfaları için endişe eder. İş azlığından, onlar adına yakınır. İlk kez ayakkabı tamiri için, dükkâna gelen bir müşteriden tamir parası alınmaz. Gürbüz Usta'ya bir ayakkabı tamir ettirecekseniz, ayakkabıları mutlaka çift götürmelisiniz, tek eş değil. Yoksa kızar.

Küçük dükkânlar büyük bir sırrı saklar gibidir. Bu da zamanın sırrı olsa gerektir. El emekleri işler, kadir kıymetten bu kadar mı düşer, can çekişir? Arastanın esnafı bir vefanın temsilcileri gibidirler. Eski ahilik teşkilatının kırıntılarım, ustalarını, el emeği işlerini vakur bir sabırla, sürdürür haldedirler. Çizmeci Kemal'in ayakkabı ve efe çizmelerinin artık taliplisi yok. Oğlunun hemen karşı dükkânda, hazır imalatla üretilen ayakkabı dükkânı, iki kuşak arasındaki değişimi capcanlı sahneler.

Arasta'da dolaşırsanız Muğla kebabı ve tükürük köftesini mutlaka yemelisiniz. İsterseniz biraz yukarı doğru çıkın akşam saatlerinde sonra. Çimen Dayı'nın cümbüş eşliğinde Muğla kebabını yiyin. Nedir bu kebabın özelliği derseniz, anlatayım. Oğlak eti sabahtan fırına verilir ve fırında yedi saat kendi halince pişer. Sabır ve zaman damak tadına tat katar. Ormancı türküsünü mutlaka söyler Çimen Dayı. Dayı yetmiş beş yaşındadır ve hayat doludur. Arasta gibi. Arasta içinde veya yaşlı çınarla yıllarını paylaşmış şadırvanın hemen altında köfte yerseniz, böylece Muğla'nın sizinle damak bağları kuruluverir. Sonra bir bardak çay içeyim derseniz, işte o zaman seçeneğiniz çoktur. İşte bizim güzel evlerimiz, çay ocakları.

Yrd.Doç.Dr. Mehmet Naci ÖNAL
Muğla Kent Tarihi Dergisi
Sayı:2

Eskimeyen Yüzler 2

Anımsat bana.
Yeniden yürüyelim gizemli serüvenimizi 
Erişelim birbirimize, gülüşlere takılalım. 
Yaşamın bittiği yere düşer yolumuz belki.
Döner bakarız geriye, alabildiğine o ilk güne. 
Dokunurum sana, bir dünya kurulur ardından.
Yıldızlar başka bir yola akarlar.
Tükeniriz.
İlk adıma döneriz.
Anımsat bana. Yeniden...

William STAFIORD (Amerikalı Şair, öykümüz adlı şiiri)

Geçmişe yolculuğumuz devam ediyor. Bu kentin eskimeyen yüzlerinden bir büyüğümüzle birlikte, bir kez daha tarihe tanıklık yapmanın gururunu ve mutluluğunu yaşıyoruz. Onları görüyor, dinliyor ve anlamaya çalışıyoruz. Bizi biz yapan özellikleri öğreniyoruz. Onların gözüyle kendimize bakıyoruz. Bakmaya da devam edeceğiz. Bir dahaki yolculukta buluşmak dileğiyle...

KEMAL KARACA; 1923 yılının 1 Haziranında, Muslihittin Mahallesi Çiftçiler Sokak No:11'de doğdum. Ailemizin kökü buradadır. Üç kardeşiz. Ben en küçükleriyim. Babam posta çavuşuydu.

Ağabeyim de bisiklet tamırcisiydi; aynı zamanda bozulan gramofonları tamir eder, su tesisatı da yapardı. Benim dedemden, babamdan ve mesleğimden gelen bir çok lakabım vardır. Deli Mehmetlerin Ömer Çavuş'un Kemal, Arabacıların Ömer Çavuş'un Kemal, Postacı Ömer Çavuş'un Kemal ve bugün en çok bilinen Çizmeci Kemal.

İlkokulu üçüncü sınıfa kadar Koca Mektepte (Bugünkü Kız Meslek Lisesi), son iki sınıfı da Sakarya Mektebinde okudum. Sakarya Mektebi daha sonraları Erkek Sanat Okulu (Bugünkü Ticaret Meslek Lisesi) oldu.

İlkokulu bitirdikten sonra hemen mesleğe atıldım. Mesleğe atıldığım yıllarda terzilik ve ayakkabıcılık çok meşhurdu. Benim ayakkabıcılığı seçmem bu nedenledir. O zamanlar makineleşmiş hiçbir şey yoktu; her şey el emeği ile yapılıyordu.

İlk olarak Kasaplar Arastasının orada Gemi Yakanların Ali'nin yanında ayakkabıcı çıraklığına başladım. Onun yanında iki sene çalıştıktan sonra, üç senede İhramların Hamdi'nin yanında çalıştım. Sonra babam bakkal dükkanı açtı; onun yanına geçtim. 1945 yılma kadar, yani askere gidene kadar babamın yanında katdım.

Askere emsallerimden l,5 sene sonra gittim. Çünkü abim askerdeydi o sıralar. Bir babanın iki oğlunu askere almazlarmış. 1945 yılında 18 arkadaş Çanakkale Ezine'ye sevk edildik. Gider gitmez bizi toplayıp tahsilimizi ve mesleğimizi sordular. Sıra bana geldiğinde orta mektep ikiden terkim dedim. Halbuki ortaokula hiç gitmedim. Rahat edeyim diye yaptım. Mesleğimin ayakkabıcılık olduğunu söyledim; her çeşit kadın-erkek ayakkabısı, terlik yaparım dedim. Komutan bana mesleğini seslenme
bölüğe alalım seni, dedi. Rahmetli çok iyi insandı; ölene kadar onunla görüşmeye devam ettik. Askerliğimin ilk ayından sonra beni alayın bağlı birliğinde depocu-yazıcı yaptılar.

Ezine'de çok güzel çizme yaparlardı. Bana serbest şekilde şehirde bulunmam için izin kağıdı verdiler, Çizmecilerin yanına gider onlara yardımcı olurdum. Çizmecilik işini oradaki çizmeci ustaları Deli Mehmet, Bacaksız İsmail sayesinde öğrendim, geliştirdim. Daha önceden Muğla'da çizme yapanlar vardı ama bunlardan biri de ustamdı körüklü çizme yoktu. Askerden 1948 yılında döndükten sonra çizmecilik işim 1961 yılına kadar devam ettirdim. Yanımdaki 4-5 kalfayla beraber haftada 10 çift çizme yapmaya başladım. Farklı memleketlerden de siparişler gelirdi. Sipariş verenlerin arasında tanınmış kişiler de vardı. Postayla ölçüleriyle beraber siparişleri alır, yine aynı yolla siparişleri ödemeli olarak yollardım.

1949 yılında evlendim. Eşimle evlenmemin ilginç bir anısı vardır. Bir gün babamla ben dükkanda çalışırken bir talebe geldi. Sizin kira evi varmış, bakalım bir kere dedi. Babam o zaman evin kirasına 17,5 lira dedi. Talebe 16 lira verdi. Babam olmaz dedi, yürüdü. Baba dedim ev boş kalırsa zarar edersin. 1 lirayı arama, verelim gitsin dedim. Verdik. Bir gün ailecek ev yerleştirmeye geldiler. Babam kiraya verdiğimiz talebenin kız kardeşini gözden geçirivermiş. Benim haberim olmadı bir süre. Sonra o kız benim eşim oldu.

Mehmet Birgili ile babam çok iyi arkadaştılar. Beraber yer içerlerdi. O sıralarda babamla gelirimiz ortaktı. Evde üvey anam vardı: benim payımdan pek bir şey kalmıyordu geriye. Ben de düşündüm taşındım. Mehmet amcadan para istemeye karar verdim. Mehmet amcaya "Ben İzmir’e gidicem, mal alıp gelicem" dedim. "Babamın yanında senden parayı isticem. sen de tamam veririm" diyeceksin dedim. "Olur mu?" dedim. O da sağ olsun. "Hay hay" olur oğlum dedi. Ondan 250 lira aldım. İşler iyi gidiyordu. Mehmet Amcadan bir kez daha istedim. Bu sefer 500 liraydı. Sonra babamın yanına gittim. "Baba" dedim. "Kar zarar ne olduğunu bilmiyoruz; o yüzden işlerimizi ayırmamız iyi olur" dedim. İşlerimizi ayırdık. Sağ olsun Mehmet amcanın yardımlarıyla kendi işimizi kurmuş olduk: onun öğütleriyle mal mülk sahibi olduk.

Önceki dükkanımı 1956 vılında Karakuşlardan 3500 liraya aldım, 1960'ta 5400 liraya sattım. 1960'da Koca Han'ın önündeki dükkanımı (şimdiki dükkanı) 7000 liraya aldım. Koca Han'ın etrafı hep dükkandı. Sonra bir gün yanıma birisi geldi; dükkanı pahalı almışsın dedi. Arasta sana sövüp duruyor dedi. İyi ya; bugün pahalı yarın ucuz dedim. Meğerse adamı gönderen kişi de talipliymiş dükkana. Ben sahiplerine alın parayı verin tapuyu dedim, aldım burayı. Koca Hanı Erenlerin Mehmet Ali işletirdi. Daha sonra istimlak oldu. (1965) 1961 yılında kayınçomun ısrarıyla şu anki dükkanımda köfteci dükkanı açtım. O zamanları içki ruhsatı da almıştım. Sonradan içime sinmeyen durumlardan ötürü köfteciliği bırakıp kendi zanaatım olan ayakkabı ve çanta satımına başladım. Oğlum Ömer büyüdü, askere gitti geldi. 1984 yılında işlerimi ona devrettim.

Babam 9 sene askerlik yapmış, Yemen'de. Askerden Muğla'ya dönüşte Köyceğiz postacılığına başlamış. Nam Nam köprüsü yok o zamanlar, yanında iki jandarmayla çaydan öteki tarafa geçermiş. Muğla’dan Köyceğiz’e geliş gidişlerinde Ciçekli'de mola verirlermiş. Yine bir gün. Köyceğiz'e posta götürürken karşısına biri çıkmış. "Çavuş Amca, benim hanımın muskası kayboldu, hanım da hasta, ne yapacağımı bilmiyorum, bana yardım et” demiş. Babam, postu çavuşu olduğu için okumuş etmiş olduğunu sanıyor vatandaş, halbuki babam okur yazar değildi. "Neyse getir demiş kağıt kalem''. Üç tane kağıt parçasına yazıp karalamış, adam da hayırlarla uğurlamış babamı. Bunu çok hoş bir anı olarak anlatırdı babam.

Bildiğim kadarıyla ilk araba Boyacı Ali Rıza'nın Austin marka arabasıydı. Yağcılar Hanında bulunan Abbakların da vardı zannediyorum, arabası. Hem Boyacı Ali Rıza hem de Abbaklar arabalarıyla Aydın’a gider gelirlerdi. O zamanlar Menderes köprüsü yoktu. Yağmur yağdıysa geçit vermezdi, nehir. Çay kesildiği zaman arabalar geçerdi. Birde Sabri Acarsoy Austin marka araba satıyordu, galiba. Rahmetlinin dükkanında her şey vardı. Ne ararsanız bulurdunuz.

Benim gençlik yıllarımda Muğla’nın merkezi ticari yerleri Kurşunlu Camii etrafı, Arasta. Konakaltı ve Saatli kulenin oradan Tabakhane'ye uzanan bölgedir. Şadırvan çevresinde ve arka sokakta eskiden pabuçcuların ve yemenicilerin dükkanları vardı. Mayalı gönden yemeni yapılır, pabuç yapımında ise zırnıklı deri kullanılırdı. Demirciler yemeniciler için kabara çivisi yapardı. Benim bildiğim yemeniciler. Karaosmanların Sadık (sonradan ayakkabıcılığa geçti), Kayıkların Hamdi ve Kaydırakların Şevki idi. Semerciler çok güzel iş yaparlardı. O zamanlar vesait yoktu. Bütün köylerden ve civar yerlerden gelişte merkepler ve develer kullanılırdı. Hacıaraplar hep deveciydi. Develerle saman getirirlerdi. Develerin boyunlarındaki çıngıraklardan geldikleri belli olurdu.

Her esnaf grubunun loncaları vardı. Başlarında ağa ustalar bulunurdu. Çıraklar birkaç sene sonra dükkan açacağım dediği zaman, kendi başlarına dükkan açamazlardı. Ağa ustalar izin verir, dükkan açacaklara peştamal kuşandırılır, duaları yapılırdı.

O zamanlar ticari yol Helvacı Tahsin'in bulunduğu yoldu. Aydın-Çine-İzmir yoluydu. Bu yoldan şehre girilirdi. Ondan sonrada Koca Mektep'in olduğu yol (Akyol) açıldı. O yolların açılması için mahkumlar kullanılırdı. Ayrıca yol parası vardı. Yol parasını ödemeyenler de yol açımında çalışırdı. Yol parası demişken bir anım aklıma geldi. Bir gün benim için tevkif müzekkeresi çıkarılmış: yol parasını yatırmamışsın diye. Beni herkes tanıyor, dolayısıyla çabuk buluyorlar. Ben bunu yatırdım dedim. Makbuzu aldım geldim, ibraz ettim. Bir daha başıma gelmesin diye bunun nedenini öğrenmem lazım dedim. Benden başka bir tane daha Kemal Karaca varmış; elektrikçiymiş. Olay böylece anlaşılmış oldu. Sanıyorum 1950'li yıllarda bu yol parası uygulamasından vazgeçildi.

Benim gençlik dönemlerimde radyo tek tük bulunuyordu. Elektrik de yoktu zaten. Elektrik zannediyorum 1930'lu yılların sonunda geldi. Ali Bey (buralı değildi) diye birisi belediye ile anlaşmalı olarak elektrik fabrikasını (Ulu camiinin aşağısında. Bakırcılar Arastasının sonunda) kurdu. Sokak sokak telleri uzattılar; lambaları koydular. İskender Alper Bey belediye reisiydi o sıralar. Bir sene sonra elektrik fabrikasının çalışmasının iyi olduğu görüldü ve belediyeye geçti. Elektrik gelmeden önce tenekecilerin yaptığı kapaklı, sönmez kandiller ve gemici fenerleriyle aydınlanıyordu sokaklar. Eskiden radyolar zenginlerin evinde ve belli başlı kahvelerde bulunurdu. Alman Harbini hep radyolardan dinledik. Sekibaşı ve Kıraathane kahvelerinde tombala oynatılırdı,Yayla kahvelerinin ve merkezdeki bilinen kahvelerin dışında birde Koca Han'ın karşısında (bugün ayakkabı boyacılarının olduğu yer) Kahveci Mehmet'in kahvesi vardı. Biz onlara bakmaya giderdik. Muhabbetler çok güzel olurdu. Birbirine sevgi saygı vardı. Büyükler dinlenir. küçükler korunurdu.

Kıbrıs çıkarmasının olduğu yıllarda televizyonu olanlar tek tüktü. Kıbrıs çıkarmasını televizyondan izleyelim diye televizyon almaya karar verdik. Muğla'da televizyon satan yoktu o sıralar. Kocabatmaz Tenekeci Hüseyinle beraber televizyon almaya Milas’a gittik.

Ağalar vardı yaylada. Mehmet Ağalar. Mustafa Efendiler ve Hacı Mahmutlar. Mehmet Ağa yayla kahvesinde elinde bastonuyla, entarisiyle kavakların (çınarların) altındaki kirpede (divan, sedir) oturur, sapsız fincanında kahvesini yudumlardı. Dedem de Mehmet Ağaların kahyasıymış. Eskiden Alman Harbi öncesinde Keyfoturağı kahvesinde her hafta pehlivan güreşi olurdu. Yine bu güreşlerin olduğu bir günde dedem iştaha gelmiş, soyunmuş çıkmış meydana. Ondan sonra dedeme Deli Mehmet demeye başlamışlar.

Yaylada biryanı en güzel Hacı Ahmet Kahvesini işleten Mustafa ve Ali kardeşler, bir de Keyfoturağının sahibi Halil Dayı yapardı. Mustafa ve Ali kardeşler ayakları çıplak oradan oraya koşarlardı. Ayaklan gön gibi olmuştu. Yayla kahvelerinde hayvanlar için damlar (özellikle merkepler için), kasaplar, fırınlar, bakkal dükkanları ve mescitler bulunurdu. Voleybol fileleri de vardı. İsteyen namazına gider: isteyen alışverişini yapar; isteyen kağıdını oynar: isteyen de yer içerdi. 1950'li yılların sonrasında yayla kahveleri için, “camii olan yerde kahve olmaz” dediler. Yavaş yavaş bu alışkanlıklar kaybolmaya başladı. Vesaitlerin çoğalmasıyla insanlar Gökova, Marmaris gibi yerlere gidip eğlenmeye başladılar.

Eskiden Cumhuriyet meydanın ve Hükümet konağının olduğu yer bahçeydi. Terzi Şahap'ındı o bahçe. Sonra Valilik (Hükümet Konağı Alman Harbi sırasında tek katlıydı o sıralar hayvan hastanesi olarak kullanıyordu) aldı. Mezarlıklar Tekel binasının ve Muğlalı İş Hanının olduğu yerdeydi. Duvarlarla çevriliydi; içinde badem ağaçları vardı. Sonradan taşındı bu mezarlıklar. Hatta rahmetli annemin mezarı da Muğlalı İş Hanının olduğu yerdeydi mezarını yeni yapılan mezarlığa taşıdık. Tekelin olduğu yerde (bugünkü taksi durağının olduğu yer) Kazan Şeyh vardı. Orada bir incir ağacı vardı. Kesmek istemişler, kesememişlerdi. Sonra Marmarisli şoför Mustafa Dayıya şu ağacı kesiver demişler. Kesmeye çalışırken ayağını kesip topal kalmıştı. Ağacın kesimini o da halledemedi. Sonra askeriye halletti o işi.

Eskiden şehrin tüm işiyle ve trafiğiyle Belediye Çavuşları ilgilenirdi. Benim zamanımın en bilinen çavuşları: Kahvecioğlu Mehmet Çavuş. Humuryuttu Mehmet Çavuş ve Genekli Mehmet Çavuş'tu. Hep adları Mehmet'ti. Bildiğimiz tanıdığımız bakkallar arasında Konakaltında bakkalı olan Mustafa Çavuş ve Emin Usta (Emin Gönenç) vardı. Emin Usta aynı zamanda matbaacıydı. Halk Evinin matbaa işlerini de o yürütüyordu. Halk Evinde aynı zamanda kahve, kütüphane, bilardo masası ve alt katında lokantası mevcuttu. Halk Evinin başında Nevzat Bey vardı, o sıralar. Çok iyi çalışmalar yaptı. Kız kardeşi burada hakimdi. O dönemlerde evlerde ocaklar vardı; sobalar yoktu. Dirgeıme’den (Akkaya) Karadağ'dan kök kazar gelirlerdi. Ocağa atardık, çok güzel kömürü olurdu. O yanan koru alırsın, mangala koyarsın. Mangallar kapaklı vc büyük bacaklıdır. Odanın ortasına konurdu, özellikle zenginlerde bakır mangallar olurdu.

Yemekler bakır tabaklardan yenirdi. Herkese ayrı ayrı tabaklar verilmez, bir tabaktan yenirdi. Ocağın sağından ve solundan itibaren büyükten küçüğe doğru sofranın başına oturulurdu. Evin en büyük erkeği (yoksa evin büyük kadını) ocağın sağ köşesine, evin hanımı sol köşesine oturur, çocuklar büyükten küçüğe olmak üzere anne-babanın yanına dizilirdi. Ekmek dışarıdan alınmazdı. Evlerde hamur hazırlanır ve fırınlara minietle (hamur tahtası, göz göz olur, dikdörtgen biçimlidir) götürülürdü. Mesela Ekmekçi Mestan ve Ali Çavuşun fırınlarına giderdik. Saburhane'de de vardı fırınlar. Fırınlardan ekseriyetle zenginler ekmek alırdı. Ekmeğin arasına helva koyar yerlerdi. Köyden gelenler Pazar ekmeği ve helvayı hediye olarak götürürlerdi, köylerine.

Muğla köftesini ilk yapan Köfteci Hamdi'dir. Şu an Fistan Giyimin olduğu yerde küçük bir dükkanı vardı. İnsanlar sıraya girerdi.

Çocukken Ahmet Kermanların boş arazisinde çelik-çomak, mamışık, kayrak (çukur koymaca) ve sırttan binmece (uzun eşek) oynardık. Top niyetine bıçkı tozundan, çaputtan yaptığımız toplarla oynardık.

Eskiden hafta tatili Perşembe vc Cuma günleriydi. Herkes Perşembe günü alışverişini yapar, hazırlıklarını tamamlayıp, temiz; elbiseleriyle Cuma namazına giderlerdi. Biz kendi aramızda haftanın günlerine şöyle deriz: Pazartesi / Büzük (Bozüyük) Demeği, Salı/Sali, Çarşamba/Dernek, Perşembe/Muğla Pazarı, Cuma/Cuma, Cumartesi/Cumartesi, Pazar/Ula Pazarı'dır. Bu günlerle ilgili itikatlar vardır. Büzük Derneği günü gezmeye gidilmez; Salı günü çamaşır yıkanmaz. Dernek günü iğne tutulmaz. Bundan başkaca, gece kuşunun (baykuş) gece ötmesi ölüm olacağına delalet eder; köpeğin uluması uğursuzluktur; yarasanın gündüz evde uçması uğıırsuzluktur. Ağrımız olduğunda, mahallenin yaşlı, ağzı dualı kişileri başağrısı okuyuverirler. Sırtını ovarlar, boyunlarını ovarlardı. Göbek ağrısı olduğunda hamur basarlar. Yine yaşlı kişiler, eli dualı deriz, onlar yapardı. Kekik yağı her evin doktorudur. Ağrılarda ve üşütmelerde, kekik yağını kulaklarının arkasına ve sırtına sürerler.

Yazarın notu: Son söz olarak bu kentin büyüklerinden öğrendiğimiz bize dair gerçekleri iyi değerlendirip sonraki kuşaklara aktarmak gibi bir misyonumuz olmalıdır.

Onur Alp Ersoy
Halkbilimci

6 Haziran 2015 Cumartesi

Cumhuriyetin İlk Yıllarında Muğla'da Debağ (Tabakçılık) Esnaf Teşkilatı

AHİ ESNAF TEŞKİLATI VE DEBAĞCILIK (TABAKÇILIK) 

Ahi kelimesi; Arapça'da kardeş manasına gelir.Ancak Divan-ı Lügat-it Türk'te ise; eli açık,cömert anlamındadır.

Ahi Birliklerinin kuruluşu: Asya’dan Anadolu’ya gelen sanatkar ve tüccar Türklerin, yerli tüccar ve sanatkarlar karşısında tutunabilmeleri, onlarla yarışabilmeleri,ancak aralarında bir teşkilat kurarak dayanışma sağlamaları, bu yolla iyi, sağlam ve standart mal yapıp satmaları ile mümkün olabilirdi.Đşte ahi birlikleri bu şartların tabii bir sonucu olarak kurulmuştur.

Ahilik 13.yüzyılda Anadolu'da Ahi Evren (ö.1262) tarafından kurulmuş ve fütüvvet ilkeleriyle tekkelerde şeyh mürit, iş yerlerinde de işçi-usta münasebetlerini düzenleyen bir teşkilat haline gelmiştir. Anadolu’daki bütün ahi esnaf birlikleri Kırşehir’de bulunan Ahi Evren Zaviyesi’ne bağlıydı. Bu  zaviyenin başında bulunun bir Ahi Baba bütün sanatkarların piri sayılan Ahi Evren Veli'nin halifesi idi.

Ahilik esas olarak esnaf arasında benimsendi. Bu bakımdan ahilik denince esnaf,esnaf denince de ahilik akla gelir.Ahi birlikleri başlangıçta debağ (tabakçılık), saraç ve kunduracılığı kapsayan bir teşkilat olarak ortaya çıktı ve daha sonra gelişerek bütün esnaf ve üye olmak isteyenleri bünyesinde toplayan çok yönlü sosyal bir kuruluş haline geldi.

Genellikle her esnafın kendi adıyla anılan bir çarşısı vardı. Bedestan, Uzun Çarşı veya Arasta denilen bu iş yerlerinde aynı meslek kolunda çalışanlar bir arada bulunurlardı. Çarşının uygun bir yerinde ise birlik idare kurulunun çalışacağı iki oda bulunurdu.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Muğla'da da bir 'Arasta' mevcuttu. Bu arasta şehrin Camii Kebir Mahallesi'de bulunan Ulu Camii'nin hemen altında yer alıyordu. Burada yaygın olarak debağcılık (tabakçılık) yapılıyordu. Bu tabak dükkanları Muğla'da Ulu Camii’nin hemen altında ve Tabakhane Deresi'nin sağ ve sol taraflarında bulunuyordu.*

[*Bu bilgi 24.02.2001 tarihinde Turgut Topaloğlu ile yapılan görüşmeden elde edilmiştir. Bu tabakhane 1945 yılında mevcut yerinden kaldırılarak bugünkü Orman Bölge Müdürlüğü’nün alt tarafına kaldırıldı.Tabakhanenin Arasta’daki diğer esnaf içinden alınarak bir başka yere gönderilmesi nedeniyle Muğla’daki esnaf arasında “Bostandan dışarı kabak,esnaftan dışarı tabak” deyimi ortaya çıktı. Bu bilgi 10.03 2001 tarihinde Ahmet Zeybek ile yapılan görüşmeden elde edilmiştir.]

MUĞLA’DA DEBBAĞ ESNAF TEŞKİLATI 

Cumhuriyetin ilk yıllarında Muğla'da tabakçılığın yapıldığı iki önemli mekan vardı. Bunlardan birincisi Ulu Camii'nin hemen altında yer alan aşağı tabakhane idi. İkincisi ise Kızıldağ'ın hemen eteğinde yer alıyordu. Bunlardan aşağı tabakhanede şu kişilere ait dükkanlar yer alıyordu:

1-Karacaoğlu Hafız'ın dükkanı
2-Aynımahın İsmail ve Şerif'in dükkanı
3-Elekoğlu Hacı Emin'in dükkanı
4-Miskinlerin Mehmet'in dükkanı
5-Dereliler'in dükkanı
6-Kürtlerin Osman'ın, Hamdi'nin, İbrahim'in, Fevzi'nin, Salih'in, Hamdi'nin ve Hakkı'nın dükkanları
7-Seydi Ömerler'in Mustafa Çavuş'un ve Halil İbrahim Usta'nın dükkanları
8-Topalların Osman'ın ve Mehmet'in dükkanları
9-Bekir Dimler'in Ethem'in dükkanı*

[Bu bilgi 10.03 2001 tarihinde Osman Uçar ile yapılan görüşmeden elde edilmiştir.]

Yukarı tabakhanede ise şu kişilerin dükkanları vardı:

1-Uçarcılar'ın Akif, Ahmet ve Kamil'in dükkanları
2-Zeybekler'in Veli, Hacı Ahmet, Şükrü ve Ahmet'in dükkanları
3-Bahçıvanların Mehmet'in dükkanı
4-Hacı Asilerin İbrahim'in dükkanı
5-Fetttahların Hamdi ve İbrahim'in dükkanları
6-Eren Ahmet'in dükkanı (Ağa Usta)
7-Yatıkçıların Sadık ve Ali'nin dükkanları
8-Topalların Kamil'in, Hacı Süleyman'ın, Koca Salih'in ve Hacı İsmail'in dükkanları
9-Gariplerin Mehmet'in dükkanı
10-Tulumcunun Ahmet’in dükkanı
11-Hocaların Ethem’in dükkanı
12-Emginoğlu Mehmet Çavuş’un dükkanı
13-Mazıbaşıların Kamil Çavuş’un dükkanı

Anadolu'nun her şehir, kasaba ve hatta köylerinde ahiliğin yaygın birer teşkilatı vardır. Yerleşim birimlerinde her sanat kolunun ayrı birer birlikleri kurulmuştu. Eğer bir yerleşim biriminde ayrı birlikleri meydana getirecek kadar esnaf yok ise yerleşim birimindeki birbirlerine yakın meslek grubu mensupları bir birlikte toplanırlardı.

Daha küçük yerlerde ise bütün meslek grupları aynı birlik altında toplanırlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Muğla’da da ahi esnaf teşkilatının idare merkezleri bugünkü Kurşunlu Sokağı üzerindeki Yağcılar Hanı ile Sekibaşı Sokağı arasında kalan mevki idi. Burada lokal şeklinde her sanat grubunun iki katlı birer binalar vardı. Bu binaların alt katları arastada yer alan sanat grubuna ait çalışanların gidebileceği lokallerdi.Üst katları ise arastada yer alan değişik esnaf gruplarının idari merkezleri idi. Arastada yer alan debağ dükkanlarının idari merkezi de burada idi.*
[*Bu bilgi 24.02.2001 tarihinde Turgut Topaloğlu ile yapılan görüşmeden elde edilmiştir]

Debağ teşkilatında, bu teşkilatın başında bulunan kişiye “Ağa Usta” denirdi. Ağa Usta pir vekili sayılırdı. Ağa Usta’nın vazifesi umum esnafa nezaret etmek ve işlerine bakmaktı. Ağa Usta’nın bir de yardımcısı vardı ki bu kişiye “Yiğitbaşı” denirdi. Bu kişi Ağa Usta’nın emirlerini yerine getiren bir memurdu.*
[*Cavit Aker, Muğla’da debağ Esnaf Teşkilatı,Muğla Halkevi Dergisi, Sayı.6, 1 Ağustos 1937, s.11 ]

Muğla'daki debağ esnaf teşkilatının Ağa Ustası Eren Ahmet ve Yiğitbaşı da Şeydi Ömerlerin Halil İbrahim Usta idi. 12 debağ teşkilatı yalnız Ağa Usta ve Yiğitbaşı'ndan meydana gelen bir kurum değildi. Bu kurumun bir de esnafın ileri gelenlerinden ve seçilmiş ustalardan meydana gelen bir idare kurulu vardı. Genellikle beş kişiden oluşan idare kurulu esnaf şeyhi ile birlikte teşkilatın ana karar organı idi. Esnaf kethüdası idare kurulu birinci üyesi,Yiğitbaşı ikinci üyesi, işçibaşı üçüncü üyesi, ehl-i hibre de dört ve beşinci üyesi idi.

İdare kurulu her ayın birinci ve üçüncü Cuma günü, esnaf odasında, esnaf şeyhinin başkanlığında toplanıp esnafın önemli sorunlarını görüşür ve onlarla ilgili gerekli kararları alırdı. Alınan bu kararlar ise kesinlikle temyizsizdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Muğla'daki Ahi Esnaf Teşkilatının başkanı Muğla'nın önde gelen sülalelerinden Topallar sülalesine mensup Hacı Süleyman Efendi idi. Muğla'daki esnaf teşkilatı da diğer esnaf teşkilatları gibi esnafın sorunlarını dinlemek, bu sorunları kendi aralarında görüşmek ve onlara çözüm bulmakla görevliydi. Bu idare kurulu herhangi bir olumsuz hareketi görülen esnafa ceza da verebilirdi. Muğla’daki esnaf idare kurulunda üç tür ceza uygulanıyordu.Bunlardan birincisi; “Gönül Küskünlüğü Cezası” idi.Bu en hafif ceza idi ve bu cezayı alan esnafa diğer esnaflar ceza süresince selam vermezdi.Bu ceza süresi bir hafta idi.Đkinci ceza “Yolsuzluk Cezası” idi.Bu cezayı alan esnaf mal satamazdı.Bu ceza da bir ay sürerdi.Ceza bitimindi esnaf idare kurulu toplanarak cezalı esnafın cezasının bittiğini ilan ederdi.Daha sonra da ceza alan esnaf ,esnaf kahvehanesinde toplanan tüm esnafa çay ve kahve ikram ederdi.Üçüncü ce en ağır olan ceza ise; “Pabuca dama atılma cezası” idi.Bu cezayı alan esnaf artık bu tarihten sonra bir daha esnaflık yapamazdı..14 Akrabalık benzeri ilişkilere ve dini değerlere sahip olan ahiliğin geleneksek usta-kalfa ve çırak sistemi yurdumuzun bir çok yerinde önemini 1930 lara kadar devam ettirmiştir.Bireyin yada grubun yaşam ve davranış biçiminin bir parçası olarak herhangi bir sanata giriş ve terfi edişte törenler tertip edilirdi.Buna göre yaşı 12-13 olan çocuk velisi tarafından herhangi bir sanatı öğrenmek için belli bir süre için bir ustanın yanına verilirdi.Usta eğer işyerinde bir çırağa ihtiyacı varsa önce çocuğun fiziki kabiliyetini ve moral karakterini anlamak için kendine has usullerle test etmek amacıyla geçici bir süre çalıştırırdı.Böylece usta, yanında çalışmaya başlayan çocuğun başarısını ve kabiliyetini küçük işler yaptırarak öğrenmeye çalışırken aynı zamanda onun dürüstlüğü hakkında da bilgi edinirdi.Örneğin, dükkanın herhangi bir yerine bir madeni para bırakarak,çırak onu bulduğu zaman nasıl bir davranış sergileyeceğini gözlemlerdi.Bu kısa gözlemden sonra çocuk kabiliyetli ve 12 Bu bilgi 10.03 2001 tarihinde Osman Uçar ile yapılan görüşmeden elde edilmiştir 13 Ekinci,a.g.e,s.29 14Bu bilgi 24.02.2001 tarihinde Turgut Topaloğlu ve Osman Uçar ile yapılan görüşmeden elde edilmiştir Cumhuriyetin Đlk Yıllarında Muğla’da Debağ (Tabakçılık) Esnaf Teşkilatı 5 ahlaklı bulunursa çırak olmayı hak kazanırdı.Böylece 3 ile 5 yıl arasında usta çırağın hem mesleki hem de manevi hocası olarak sanatın inceliklerini öğrenirdi.15 Muğla’da da bu ahiliğin geleneksel usta-çırak ilişkisi 1930’lara kadar devam etti.Muğla’da debağ ustalarının yanına çırak olarak verilen çocuklar geliri düşük ailelerin çocukları idi.Burada çalışan çırak çocukların elbiseleri ise sarı bezden olarak tabir edilen gömlek ve diz kapağı üzerinde kısa donlardı.Bu çocuklar evlerine ve iş yerlerine yaz kış bu elbiseleri ile gider gelirlerdi.16 Yukarıda belirtilen yukarı ve aşağı tabakhanede bulunan debağ dükkanlarında işlene deriler,Muğla havalisindeki kasaplardan,köylerden,hayvan pazarlarından ve Denizli-Kale ve Tavas bölgesinden toplanarak at ve katırlarla Muğla’ya getirilen yaş derilerdi.17 Değişik yerlerden toplanarak Muğla’ya getirilen bu yaş deriler önce dükkan içinde bulunan su havuzuna atılarak burada 1-2 gün ıslatılır ve yıkanırdı.Deri sudan çıkarıldıktan sonra içindeki yağ ve etler temizlenirdi.Deri sonra da kireçlenirdi.15-30 gün arası deri kireçli kaldıktan sonra burada çalışan çocuklar tarafından derinin kılları kireçle birlikte temizlenirdi.Sonra da kireçli havuzlara konurdu.Burada deri 3-4 gün kalarak kabarırdı.Burada kireçle temizlenen deri sama (köpek pisliği)konurdu.Eğer bu işte geç kalınırsa deri çürüyebilirdi Bu nedenle deri tam zamanında sama konma ve burada yeterli süre içinde kalmalıydı..Buradan alınan deri tekrar “Dar” denilen havuzlara konur ve üzerine de palamut kozası saçılırdı.Daha sonrada bir başka yerde kaynatılan sıcak su bu üzerine palamut kozası konan derinin üzerine dökülürdü Bu işlem de birkaç kez tekrarlanırdı.Böylece deri temizlenmiş ve boyanmaya hazır hale gelmiş olurdu.Daha sonra deri önce boyanır sonra perdahlanır ve daha sonra da düzlenerek işlenecek hale getirilmiş olurdu.18 Bu derilerin bir kısmı buradan ayakkabıcılar,semerciler ve sarnıçcılar tarafından satın alınarak kendi işlerinin hammaddesi olarak kullanılırdı. Ayakkabıcılar bu derilerden Ula Pabucu denilen bir çeşit ayakkabı yaparlardı.Ula Pabucu Öküz derisinin terbiye edilmiş halinden yapılırdı.Bu pabuçlar topuksuz,düz,altı kalın ve dayanıklı idi.Bunlar elde mum ve ip kullanılarak dikilirdi.Ula pabucunu,çiftçi, esnaf gibi orta tabaka insanların giydiği ayakkabılardı.Bu ayakkabılar bu insanlar tarafından çorapsız ve sadece düğün ve bayramlarda giyilirdi.19 15Hüsnü E.Bodur,Ahilik ve Türk Girişimcilik Kültürünün Oluşumuna Katkıları ,II.Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri 13-15 Ekim 1999,Kırşehir,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara,1999, s.60-61 16 Bu bilgi 24.02.2001 tarihinde Turgut Topaloğlu ile yapılan görüşmeden elde edilmiştir 17Bu bilgi 24.02.2001 tarihinde Turgut Topaloğlu ile yapılan görüşmeden elde edilmiştir 18 Bu bilgi 24.02.2001 tarihinde Hasan Dereli ve Ahmet Zeybek ile yapılan görüşmeden elde edilmiştir 19 Bu bilgi 24.02.2001 tarihinde Turgut Topaloğlu ile yapılan görüşmeden elde edilmiştir Bayram AKÇA Tabakhanede işlenen derilerin bir kısmı ise Rodos,Đstanköy ve Sömbeki gibi Ege Adaları,Đzmir ve Đstanbul’a ihraç edilirdi.Ege Adalarına gönderilecek derileri almak için bizzat adalarda bu işi yapan tüccarlar kendileri Muğla’ya gelirleri.Muğla’ya gelen bu tüccarlar önce Ağa Usta’nın yanına giderlerdi.Ağa Usta bu tüccarları öncelikle ihtiyacı olan tabakçının yanına götürür ve öncelikle onların satış yapmasını sağlardı.Sonra da diğer tabakların eşit miktarda mal satmasını sağlardı.Burada satılan deriler Muğla’dan deve kervanları ile Gökova Đskelesi’ne götürülürdü.Buradan da Ege Adaları’na nakledilirdi.20 3-PEŞTAMAL KUŞANMA MERASĐMĐ Muğla’da da peştamal kuşatma merasimi çok canlı bir şekilde yapılıyordu.Muğla’da son peştamal kuşatma merasimi 1922 yılının yaz mevsiminde yapıldı.Bu merasim şöyle yapıldı.Bu gün bütün esnaflar yukarı tabakhanede toplandılar.Sonra debağlara ait olan ve üzerinde yaldızlı sırmalı “Đnne Fettahne leke Fethan Mübine” yazılı kırmızı bez sancaklarını çıkardılar.Ardından yukarı tabakhanenin üst kısmında ve Kızıldağ’ın eteklerinde bulunan Kadiri Tekkesi’nden “Çampara” denilen 15-20 kadar zil takımı getirildi.Tüm bu işler tamamlandıktan sonra en öne sancak geçti onun ardına tekkeden getirilen ve zil çalan 15-20 kişilik zil takımı geçti.Daha arkaya da esnaf geçti.Sonra yukarı tabakhaneden bu grup zil eşliğinde aşağı tabakhane ve Kurşunlu Camii istikametinden bugün Muğla Spor Lokali’nin bulunduğu yerde yer alan Kazancı Şeyhe Türbesi’ne geldiler.Grup burada çeşitli dualar ettikten sonra Dua yatağı denilen bugünkü Hamursuz Dağı dibine gitti.Burada da günün anlam ve önemine yönelik çeşitli dualar yapıldıktan sonra grup yine sancak ve zil eşliğinde bugünkü şehir eski mezarlığı yanındaki yoldan Karabağlar Yaylası’nda yer alan Bağlarbaşı Mevkiindeki Kadı Kahvesi’ne geldiler.Bu merasime debağ esnaf teşkilatı üyeleri ile birlikte Muğla’nın mülki amirleri, şehrin ileri gelenleri, burada peştamal kuşanacak olan çırakların aileleri ve akrabaları ve misafirler katıldı.21 Ayrıca her üç veya yedi yılda bir Muğla’ya Kırşehir’den Pir Vekili olarak gelen ve kendisine “Eroğlu” denilen bir kişi de bu törende yer aldı.22 Merasim yerine debağ esnaf teşkilatı temsilcileri ile birlikte diğer davet edilen esnaf birlikleri kendilerine ait sancakları ile birlikte geldiler.Bu merasim Cuma günü Cuma Namazı’na müteakip yapıldı.O gün sabahtan Kadı Kahvesi mevkiinde kurbanlar kesilmiş ve onların etleri kazanlarda ateşe konmuştu.Diğer taraftan yine kazanlarda pilavlar kaynatılmış ve tatlılar pişirilmişti.Öğle vakti orada bulunan tüm 20Bu bilgi 24.02.2001 tarihinde Hasan Dereli ve Osman Uçar ile yapılan görüşmelerden elde edilmiştir 21Bu bilgi 24.02.2001 tarihinde Turgut Topaloğlu, Osman Uçar ve Hakkı Gür ile yapılan görüşmelerden elde edilmiştir 22 Aker,a.g.m,s.12 Cumhuriyetin Đlk Yıllarında Muğla’da Debağ (Tabakçılık) Esnaf Teşkilatı 7 erkekler Cuma namazını kıldılar.Namazdan sonra tören başladı.23Törende esnaf hocası ustaların karşısına geçerek şöyle dedi. Çıraklar sizden izin istiyor.Usta olacaklar,hakkınızı helal edin,nasıl bilirsiniz? Ustalar cevap verir: Helal olsun,Çıraklar da haklarını helal etsinler!24 Her iki tarafta haklarını helal ettikten sonra debağ esnaf teşkilatının başı olan Eren Ahmet çıraklara peştamallerini kuşattı.Daha sonra da burada toplanan misafirlere pişirilen yemek.pilav ve tatlılar ikram edildi ve böylece merasim sona ermiş oldu. 1922 lerde yapılan bir peştamal kuşanma merasimine yaklaşık 1000 kişi katıldı ve burada tahmini 30 ile 40 arasında çırak peştamal kuşanarak usta olmaya hak kazandı.25 SONUÇ Debağcılık, esnaf teşkilatı içinde önemli bir yere sahiptir.Cumhuriyetin ilk yıllarında Muğla’da da debağcılık önemli bir esnaf kolu ve önemli bir gelir kaynağı idi.Bu nedenle biz bu makalede Muğla’daki debağcılık esnaf teşkilatında çalışan kişileri,bu kişilerin dükkanlarının bulunduğu yerleri,bu kişilerin deriyi nerelerden temin ettiklerini onu nasıl işlediklerini ve daha sonra da onu hangi pazarlara ihraç ettiklerini ortaya koymaya çalıştık. Yaptığımız araştırmalar sonucunda, Cumhuriyetin ilk yıllarında Muğla’daki debağcılığın komşu Denizli Đli’ne bağlı Kale,Tavas ile Fethiye, Marmaris, Köyceğiz Milas ve Datça gibi bağlı ilçelerdeki debağcılıktan daha ileri olduğunu gördük. KAYNAKLAR A-Kitaplar: Çağatay,Neşet, Bir Türk Kurumu Olarak Ahilik,Ankara,1974. Ekinci, Yusuf ,Ahilik ve Meslek Eğitimi,Đstanbul,1990. B-Makaleler ve Tebliğler: Aker, Cavit, Muğla’da Debağ Esnaf Teşkilatı,Muğla Halkevi Dergisi, Sayı.6, 1 Ağustos 1937 23Bu bilgi 24.02.2001 tarihinde Turgut Topaloğlu ve Osman Uçar ile yapılan görüşmeden elde edilmiştir. 24 Aker,a.g.m,s.12 25 -Bu bilgi 24.02.2001 tarihinde Turgut Topaloğlu ve Osman Uçar ile yapılan görüşmeden elde edilmiştir. * Bu çalışma bir alan araştırması olduğu için makalede adı geçen kişilerle görüşmemi sağlamada yardımcı olan ve aynı zamanda kendi sülalesi de geçmişten beri Muğla’da debağcılıkla meşgul olan Muğla eski Milletvekili Sayın Şükrü Zeybek’e burada teşekkürü bir borç bilirim. Bayram AKÇA Altuner,Nuran Manzum Bir Fütühname,II.Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri 13-15 Ekim 1999,Kırşehir,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara,1999, Bodur, Hüsnü E.,Ahilik ve Türk Girişimcilik Kültürünün Oluşumuna Katkıları, II.Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri 13-15 Ekim 1999,Kırşehir,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara,1999. C-Kişiler Dereli,Hasan,Doğum Yeri: Muğla,Doğum,Yılı:1926, Mesleği;Tabakçılık Gür,Hakkı,Doğu yeri:Muğla,Doğum Yılı:1910,Mesleği:Tabakçılık. Topaloğlu,Turgut,Doğum Yeri: Muğla,Doğum Yılı:1916, Mesleği;Esnaf ve Eski Mebus. Uçar,Osman, Doğum Yeri: Muğla,Doğum Yılı:1915, Mesleği;Tabakçılık. Zeybek,Ahmet,DoğumYeri:Muğla, Doğum Yılı:1928,Mesleği;Tabakçılık.

* Yrd.Doç.Dr., Muğla Üniversitesi, FEF, Tarih Bölümü. 1 Yusuf Ekinci, Ahilik ve Meslek Eğitimi, Đstanbul, 1990, s.15 2 Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olarak Ahilik, Ankara, 1974, s.59 3 Nuran Altuner, Manzum Bir Fütühname, II.Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri 13-15 Ekim 1999, Kırşehir, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1999, s.23 Bayram AKÇA

Bayram AKÇA
Muğla Üniversitesi SBE Dergisi 
Bahar 2001 Sayı 4

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Karabağlar Yaylası

Uzun yıllardan beri Muğla’lıların yaz aylarını geçirdikleri, kentin eskiden en önemli geçim kaynağı olan bugün ise bu anlamda önemini kısmen koruyan Karabağlar Yaylası gerek bütün kış kente yetecek tarımsal üretimin yapılması gerekse Muğla’nın tarihsel sürecinde önemli bir yer tutması açısından geleneksel kent yaşamının bir uzantısıdır.

Yayla, asırlar boyunca kendi kendine yetmeye çalışan Muğlalı'nın kapalı ekonomik yapısı içinde çok önemli bir yer işgal eder. Yılın yarısı yaylada geçirilirken hem günlük ihtiyaçlar karşılanır hem de kışın Muğla’da yenilebilecek kuru sebze, domates salçası, tarhana, sucuk, kavurma, makarna ve pekmez hazırlanırdı. Her yurdun bir bağı bulunurdu. Buna bağlı olarak elden edilen bilgiler yaylada şarapçılık da yapıldığını göstermektedir. 

Türkler’in Anadolu’ya girmelerini izleyen yıllarda kuraklık nedeniyle hayvanları için otlak aramaya başlamışlar ve Karabağlar’ın kuzeyindeki Düzey denilen tepeye gelip yerleşmişlerdir. 1671 yılında Muğla’ya gelen Evliya Çelebi Karabağlar Yaylasını görmüş ve yaylanın 11 bin bağdan oluştuğunu, yaz günleri sekiz ay boyunca Muğla ve Ula şehri halkının burada kaldığını belirtmektedir. Evliya Çelebi’ye göre burasının Osmanlı ülkesinde bir benzeri yoktur. Ne Malatya’nın Aspuzu’su ne de Konya’nın Meram’ı ile karşılaştırılabilir. Engür, karaağaç, çınar, meşe, ergavan ağaçları yüksek verimli üzüm bağları vardır. Karabağlar’ın yollarına giren kişi bir ağaç deryasında kaybolup yolunu bulamaz bağ yollarına güneş ışığı bile giremez. 

Yayladaki parsellere “yurt” ismi verilir. Genellikle 2-3 dönümlük mülkiyetlerdir ve ait oldukları ailelerin isimleriyle anılırlar.Yurtları birbirinden ayıran ve yayla yollarını da oluşturan yapının elemanları “kesik” ve “irim” gibi özel isimlerle anılmaktadır. Kesik; hem tarlaları birbirinden hem de yolları tarlalardan ayıran doğal malzeme topraktan oluşturulmuş, bunun da üstünü örten yer yer karaağaçlar ve çalı gruplarından oluşan doğal bölücü öğelerdir.Genellikle tarlanın ve kesiğin köşe yaptığı yerlerde kızılcık, kovam eriği gibi yaban ağaçlar bulunur ama bu ağaçlar asma ve böğürtlenlerle sarılmışlardır. Bu kısımlara kabalık denir. İrim iki yanında kesikler yer alan ve bunlar boyunca yükselen ağaç ve çalı gruplarının üstünü örttüğü, yaya geçişine açık en çok 1,5-2 mt genişliğinde olan doğal yol ağlarıdır. 

Karabağlar Yaylası Muğla’ya has bir kültürel yapıyı oluşturmaktadır. Bu kültürel yapı içindeki en önemli oluşum yayla içine dağılan kahvelerdir. Karabağlar Yaylası’nın her semtinde genelde anayol kavşaklarında bulunan ve yüksek çınar ağaçlarının (bunlara Muğla’da kavak denir) çevrelediği tarihi kahveler yer alır. Kahveler isimlerini bulundukları semtlerden almışlardır.Eskiden kahvelerin bulunduğu yerlerde fırın, bakkal, kasap gibi dükkanlar bulunmaktaydı. Bunlar dışında her kahvenin yanında bir mescit yer almaktaydı. Kahvelerin yanında yer alan mescitler, üstü kırma kiremit çatıyla örtülü, kareye yakın formda, ahşap ağırlıklı bir taşıyıcı sistemle kurulmuş, üç tarafı tamamen açık ve bu açıklıkların kendine has ahşap motifle kapatıldığı yazlık camiledir ve bir kısmı halen kullanılmaktadır.

Yayla Kahveleri

Keyfoturağı Kahvesi 

Yapım tarihi hicri 1287 (19. yüzyıl)'dir. Tek katlıdır ve yöresel mimari üslupla yapılmıştır. Keyfoturağı kahvesi mescit, kahve ve lokantadan oluşmaktadır. Mescit, dikdörtgen planlı, alaturka kiremit çatılıdır. Diğer kahvelerde bulunan mescitlerden farklı olarak, mescidinde ahşap tavan yer almaktadır. Bahçesinde 8 adet anıtsal çınar ağacı ve 2 adet kuyu bulunmaktadır. Kahve belediye tarafından kamulaştırılmıştır. Mescidi belediye tarafından tamir edilmiştir. 

SÜPÜROĞLU KAHVESİ 

Süpüroğlu; geçmiş yüzyıllarda, hem yazın başlangıcında hemde sonunda konaklama ve hayvanlar için temel besin kaynağı yeri olmuştur.

Önceleri göçebe halde yaşayan aile daha sonra toprağa bağlanmıştır. Süpüroğlu bu haliyle bir "Yörük Obası" olarak kurulmuştur.

Süpüroğlu taş yapılı ve kırma çatılıdır. Tek katlı bir yapıdır. Muğla halk yapı sanatı örneklerindendir. Bahçesinde yer alan 6 çınar anıtsal niteliktedir ve koruma altına alınmıştır. Bu çınarlardan 4 tanesinin 550 - 600 yıllık olduğu tespit edilmiştir. Bahçede yer alan ve 250 - 300 yıllık olabileceği düşünülen akçaağaç ise rüzgarın sesini ahenkli bir ezgiye dönüştürmesi açısından dikkat çekicidir.

Yapı, ilk şeklinde tek odalıdır. Göçebe yaşayışta ailenin bu odada yatıp kalktığı anlaşılmaktadır. Bu oda 30m2 civarındadır. O dönemde cam olmadığından kepengi pencere kullanılmıştır. Yapının hemen önünde geniş bir veranda yer almaktadır. Hayvanların veranda önünde tutuldukları anlaşılmaktadır.

Restorasyon çalışmalarında bir yer ocağı tespit edilmiştir. Toprağa bağlılık yeni arayışlar doğurmuş, yer ocağı bacası kullanılarak ticari ocağa (kahvehaneye) dönüştürülmüştür. Bu tarihin 1800'lü yılların başı olabileceği anlaşılmaktadır. Süpüroğlu'nda; geçmişte, çok canlı bir ticari merkez olduğu hala hafızalardadır.

Özellikle "Pazar" günleri Muğla'dan gelen berber, ayakkabı tamircisi, nalbant, dondurmacı, macuncu, çıtırmıkçı ve keten helvacı burada hizmet vermiş, sosyal hayata canlılık kazandırmıştır. Çevreden küçükbaş hayvanlar sürülerle getirilmiş, alım - satım yapılmıştır. Burada var olan kahvehane, restorant, bakkal vb. işletmeler hizmet vermiş; restorantta büryan kebabı, tandır, döş, kapama, fırında ve sacda börek, toprak tavada güveç, yerli tavuk dolma, tarhana vb. yemekler pişirilmiş, toprak sacda yapılan köy ekmeği ile taze taze yenilmiştir. Buradaki bakkalda o yıllarda bile içki satışının yapıldığı hatırlanmaktadır. Burada orta oyunu ve kukla gösterileri yapılmış, manuel sinema makinesiyle geceleri filmler oynatılmış, yağlı pehlivan güreşleri düzenlenmiştir. Süpüroğlu bu haliyle ticari merkez olduğu kadar sosyal merkez olma özelliği de kazanmıştır.

Süpüroğlu'nun en gösterişli dönemi 1950 li yıllar ve 1960 lı yılların başlangıcıdır. Bu durum 1960 lı yılların ortalarına kadar devam etmiştir. Bu dönem Tevfik OĞUZ'un dedesi Başkatip Tevfik Efendi'nin ölümüne kadar sürmüştür. Süpüroğlu, Karabağlar'daki kahvehaneler arasında "mescidi avlusunda olmayan tek yer" dir. Eski dönemlerde, Cuma günleri namaz öncesi insanların en güzel giysilerini giydiği, burada toplandığı, toplu halde Kavaklımescid'e gidildiği hafızalarda yaşamaktadır.
Süpüroğlu adının Polis Teşkilatı'nın kuruluş yılları olan 1845'li yıllara yakın bir zamana rastladığı ifade edilmektedir. Rivayete göre, karakol baskını sırasında eşraftan bir kişi kendisini restoranın personeli gibi göstermeye çalışmış, bahçeyi süpürmeye başlamış, "ben burada çalışıyorum, bunlarla alakam yok, ben kumarbaz değilim" demiştir. Komiser durumu anlamış, bir yandan gülüyor, bir yandan da " süpür oğlum süpür, süpür oğlum süpür" diyormuş. O yıllardan sonra bu yerin adı "Süpüroğlu" kalmış.

Süpüroğlu restorasyon, tadilat ve inşaatları tamamlanarak Temmuz 2008'de yeniden bugünkü haliyle faaliyete geçmiştir. Burası yaz - kış açık olacak şekilde düzenlenmiştir.Süpüroğlu'nda çevrede üretilen sebze ve meyveler hem kullanılmakta hemde pazarlanarak hizmete sunulmaktadır. 

AYVALI KAHVESİ 

Ayvalı kahvesi, Keyfoturağını çayır ucuna bağlayan yol üzerindedir. Tek katlıdır ve yöresel mimari üslupla yapılmıştır. Kışlık ve yazlık olmak üzere iki kahve binası ile bir mescitten oluşmaktadır. Mescit kare planlı,yığma taş ve alaturka kiremit çatılıdır. Kahve bünyesinde 7 adet anıtsal çınar bulunmaktadır. Bahçesinde bir de kuyu bulunmaktadır. 1992 yılından beri kahve binası konut olarak kullanılmakta, mescidi ise kullanılmamaktadır. 

BERBERLER KAHVESİ 

19. yüzyıl yapılarındandır. Tek katlıdır ve yöresel mimari üslupla yapılmıştır. Avlusunda mescidi bulunmaktadır. Mescit kare planlı ve alaturka kiremit çatılıdır. Bahçesinde 4 adet çınar ağacı ve bir kuyu bulunmaktadır. Berberler kahvesi şu anda kullanılmamaktadır. 

CİHANBEĞENDİ KAHVESİ 

19. yüzyıl yapılarındandır. Tek katlıdır ve yöresel mimari üslupla yapılmıştır. Kahve binası yıkılmıştır. Mescidi ise ayakta olup, kullanılmamaktadır. Mescit kare planlı ve alaturka kiremit çatılıdır. Cihanbeğendi kahvesi şu anda kullanılmamaktadır. 

ELMALI KAHVESİ 

Elmalı kahvesi, Hacıahmet kahvesini Yeniköy’e bağlayan yol üzerindedir. Tek katlıdır ve yöresel mimari üslupla yapılmıştır. Kahvesi yıkılmış, mescidi de yıkılmak üzeredir. Elmalı kahvesi şu an kullanılmamaktadır. 

GÖKKIBLE KAHVESİ 

20. yüzyıl başı mimari üslubuyla yapılmıştır. Kahve dikdörtgen planlı, tuğla duvar örülü, alaturka kiremit çatılıdır. Yapım tarihi 1959’dur. Tek katlıdır. Mescidi yolun diğer tarafında, Vakıf arazisindedir. 1964 yılında mescidin yanına sahipleri tarafından, bir minare inşa ettirilmiştir. Cami, kare planlı, topuz çatılı, üzeri kiremit örtülü, yığma sistemde inşa edilmiştir. Kahve bünyesinde bakkal ve fırın da yer almaktadır. Gökkıble kahvesi şu an kullanılmamaktadır. 

HACIAHMET KAHVESİ 

19. yüzyıl yapılarındandır. Tek katlıdır ve yöresel mimari üslupla yapılmıştır. Hacıahmet kahvesi biri eski diğeri yeni iki kahve, bir mescit ve fırın olarak kullanılan yapılardan oluşmaktadır. Bahçesinde iki çınar ağacı ve havuz da bulunmaktadır. 

TOZLU KAHVESİ 

19. yüzyılın ilk yarısı yapılarındandır. Tek katlıdır ve yöresel mimari üslupla yapılmıştır. Kahve ve mescitten oluşmaktadır. Mescidin yanında musalla taşı bulunur. Vakıflara ait olan kahve daha sonra şahıs tarafından satın alınmıştır. Küçük bir yapı olan kahvesi kapalı, mescidi ise yaz aylarında kullanılmaktadır. 

12 Şubat 2015 Perşembe

Muğla Bandosu

Çok yaşlı sayılmam ama çok ta genç değilim. Tam elli’sindeyim. Bu yaşta geçmişe dayalı hatıralar ileriye dönük beklentilerin önüne geçiyor ister istemez. Bir bakıyorsunuz söylemleriniz geçmişe dayalı nostaljik bir anlatıma dönüşüvermiş. Kentin, kazanımları ya da yitiridikleri galiba bu yaşlarda daha çok hissediliyor. Bu yüzden olsa gerek kentte bir zamanlar var olan ama şimdi yok olan unsurlara takılıp kalmamız ! Kent değeri olarak yok olanın ardından yas tutmuyoruz mutlaka ama onun yerine başka bir şey koyamamak yok olanı kıymetlendiriyor. Yok olan nedir ? Bir olgunun, bir yaşam biçiminin tarihi mi ? Her yokoluşun ardından “Bir zamanlar”deyip giderek yaşlanıyoruz, nostaljik bir iç çekişle o yitirdiğimiz eski günlere, geçmişe doğru uzanarak… Yaşlanan her kuşağın zamanı gelince bu tür bir geriye dönüş yolculuğuna çıkması kaçınılmaz. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Kentle ilgili hatıralarımın belki de en önemlilerinden birisi Cumhuriyet Bayramı ve bu bayramı daha da anlamlandıran Muğla Bandosu. Cumhuriyet anlamlıydı, Bando ile daha da anlamlıydı.
Cumhuriyet ülkü’sünü pekiştiren, önderimiz, kurucumuz Mustafa Kemal’in moderleşme anlayışının en çarpıcı örneklerinden birisiydi bandolar. Bağlama, cura, kaval, zurna ve asma davul gibi Anadolu çalgılarının yerini trompet, tuba, aynalı bas, klarinet, trampet gibi evrensel müzik enstrumanlarının aldığı bir süreçti.
Yenilik’ti, modernlik’ti, Cumhuriyet’ti.
Cumhuriyet’in Bandosu, Cumhuriyet’in bir parçasıydı…
Kostümleri, disiplinleri ve müzikleri ile çocuk dünyasının sihirli bir köşesine taht kuran bu sıra dışı ekibe duyulan hayranlıktan öte bir şeydi. Onlarla birlikte, disiplinli bir nefer edasıyla onların yanında yürümek, kendimizi onların bir parçası görmek çok önemli çocuksu ve masalsı bir gerçekti.
“Pıstırı ba ba, pıstırı ba ba, ba ba baaaaa, ba ba baaaaaaa”
“Pıstırı ba ba, pıstırı ba ba, ba ba baaaaa, ba ba baaaaaaa”
Muğla Bandosu denildiğinde aklıma bu yarı müziksel çocuksu dışa vurum geliyor. Bu ezgiyi şimdi bile mırıldanırken, ister istemez başınız geriye doğru gidiyor. Eller kılıç gibi keskin, yumruklar sımsıkı. Birde ayaklar sert vurdu mu yere, zaten sizde bandonun bir parçası olursunuz. Sevimli Babacan Bando Şefi Kamil Bey’in gözünün içine olmuş mu ? diye bakıp, onun olmuş anlamına gelen kafa işaretini de aldınız mı, iş tamamdır.
“Pıstırı ba ba, pıstırı ba ba, ba ba baaaaa, ba ba baaaaaaa”
Cumhuriyet’in ve onun Bando’sunun bir parçası olmak ne kadar önemliymiş. Uzakta bile olsa içinde bizimde olduğumuz şey’ di Bando… Bir çoğumuzun müzik adamı olmasının sebebiydi. Küçüğün müzikle olan ilişkisinin tespiti için Bandoculara gidilir “Bak bakam Kamil Abi, bizim oğlanın müzik gulağı var mı” denilirdi.
Trompet, tuba, aynalı bas, klarinet, trampet, zil ve davul’dan oluşan bu çocukluğumuzun masalsı orkestrasının şefi Bandocu Kamil Nurel’di.
Bandoyu, Bandocu Kamil Bey’i yazmak için yola çıktığımda aslında kendi hayat hikayemin peşine takılacağımı hiç düşünmemiştim. Meğer benim hayat hikayemin başlangıcı da Bandocu Kamil Amca’nın dizinin dibinde başlamış. Kurşunlu Cami’sinin hemen karşısında bulunan bakkal dükkanı, Bandocu Kamil Amca’ya aitti ve babam Cemil Altınsoy, ağabeyim (Albay Necmi Altınsoy) ve beni Kamil Amca’nın yanına çırak vermişti. Fötr şapkası, paltosu ve güleç yüzüyle Bandocu Kamil bir kent önderi, kent idolüydü. Nur içinde yatsınlar. Kamil Amca, Çıplak Ali ve adını hatırlayamadığım diğer usta müzisyenler, resmi görevlerinin yanında bir sosyal projenin de parçasıydılar. Kentin orkestrasıydılar. Kentin sevincinde – hüzünde, acısında-tatlısında hep onlar vardı. Ama şimdi yok’lar. Yok olan nedir ? Yok olan bir olgu, bir yaşam biçimi, bir kent tarihidir ! Her yok oluşun ardından iç çekmek yapabildiğimizin en iyisi olmamalı. Bir kent insanı olarak, bizden daha fazla hatıraları ve kentli ilişkisi bulunan Başkan Osman Gürün’ün, Muğla Bandosu ile çalışma başlattığını biliyorum. Başkan’ın müzikle olan ilişkisini Ramazan Davuluna endekslemeyenlerden birisi olarak, onunda bir kent Bandosu’nun kurulmasını en az bizler kadar istediğini ve özlediğini de biliyorum. Eminim ki Başkan Gürün’ün de kulaklarında hala Bandocu Kamil Bey’in trompetinden çıkan ezgiler yankılanıyordur.
“Pıstırı ba ba, pıstırı ba ba, ba ba baaaaa, ba ba baaaaaaa”
Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun.

20 Aralık 2014 Cumartesi

Bir Ramazan yazısı daha…

Muğla her bakımdan zengin bir yer…

Orman ürünleri. su ürünleri, arı ürünleri, tarım ürünleri, narenciye, zeytin ürünleri yönünden Muğla kadar varsıl bir başka il var mı?

Muğla eğitim kurumları ve eğitilmiş insan kaynakları ile de varsıl.
Muğla’nın delisi de divanesi de çoktur.

Muğla, erenleri evliyaları ile de varsıldır.

Bunca varsıllığın içinde yoksul ararsanız, o da Muğlalıdır!

Eren, evliya denildi mi “cinsiyet” olarak akla hemen erkek gelir.

Oysa kadın erenlerimiz, evliyalarımız da vardır.

Muğla bu yönden de varsıldır.

Bilinen iki kadın erenimiz var: Marmaris’te Sarı Ana, Muğla merkezde Şemsi Ana…

Şemsi Ana, Muğla’ya ilk su getiren “zat” olarak bu mertebeye gelmiştir.
Sarı Ana ile ilgili rivayet çok. Kerametlidir. Kanuni’nin Rodos seferinde, Sarı Ana’nın koca orduyu bir tek ineğinin sütü ile beslediği söylenir.

Sarı Ana’nın “Alevi” olduğunu, 2. Mahmut zamanı’nda türbeden Alevilik ile ilgili emarelerin kaldırıldığı ve türbe yanına bir cami yaptırıldığını savunanlarda var.

Alevi, Bektaşi, Mevlevi, Sufi ne fark eder…

Muğla merkezde Hamursuz Dağı’ndaki Hamursuz Dede Türbesi’nin “açık kilise” olduğunu savunanlar olduğu gibi, Hamursuz Dede’nin “Yahudi” olduğunu öne sürenlerde vardır. Ama ne fark eder ki, hepsi de bizim insanlarımızın dedesi, anası, ereni, evliyası… Bu günlerde hepsi de ziyaretçi akınına uğruyorlar. Umut, “Memedin ekmeği”…

Umutsuz yaşanmıyor. Elbette veren de Allah, alan da… Ama, eren, evliya ziyaretleri insanları rahatlatıp, yüreklerindeki sevgiyi, yaşamlarındaki umudu yeşertiyorsa kime ne zararı olabilir ki…

Yazımın başında “Bunca varsıllığın içinde yoksul ararsanız, o da Muğlalıdır!” dedim.

Muğlalıların “Varsıl Muğla’nın yoksul bekçileri” oldukları hep söylenmiştir. Bu ekonomik anlamda bir söylemdir. Oysa Türk-İslam Kültürünün bütün izlerinin bulunduğu Muğla’da, Muğlalı bunca erenin, evliyanın varlığı içinde “manevi” yönden de yoksuldur!…

Ramazan’dan Ramazan’a ve başımız sıkıştığında aklımıza gelen erenlerimize ne kadar sahip çıkıyoruz? En çok bilinen ve en çok ziyaret ettiğimiz, medet umduğumuz Şahidi Eren’i tanıyor muyuz? Mevlevi olduğunu biliyor muyuz? Adını Şahidi Eren’den alan Şahidi Camii’inin “başka camilerde görülmeyen” orta yerindeki yuvarlak alanın ne işe yaradığını sorguladınız mı?

Turgutreis (Zeybek Sineması) Caddesi’nın sonunda Karakolun karşısındaki caminin adını eskiden emniyetin yerinde olan Kurbanzâde Medresesi’nden aldığını bilmiyor ve caminin avlusundaki türbenin Kurbanzade Türbesi olduğunu biliyor olabilirsiniz; ama Turgutreis Caddesi’ni Recai Güreli Caddesi’ne bağlayan sokakta, Emirbeyazıt Mahallesi’ne adını veren Şeyh Emirbeyazıt Türbesi’nin farkında mısınız?

Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Namık Açıkgöz’ün, Üç Erenler Türbesi'nin ayağa kaldırılması için bir ağlamadığı kaldı. Elbette orada bir konservasyon yapıldı ama, restorasyon da değil, restriksiyon (yeniden tıpkı yapımı) yapılamaz mı? Bayrami Sufi geleneğinin önemli kişileri arasında bulunan Üç Erenler`in Muğla için önemli bir yere sahip olduğunun altını çizen Açıkgöz “En büyük kayıplarımızdan birisi, burasının kitabesidir. Bir binanın kimliği ve nüfus kağıdı kitabelerdir. Ali Rıza Hakses`in 1941 yılında yazılan ama basılmayan kitabında, binaların kimliği ve kimlerin kaldığı anlatılıyor. Maalesef 1994 yılında buraya geldiğimde o kitabı bulamadım.” diyor. Nasıl kitabeler yapıların nüfus kağıdı ise tarihi yapılar, mezar taşları ve türbeler de bir şehrin nüfus kağıdı değil mi?!!

Size bir soru daha; Muğla’daki evliyaların evliyası Şahidi’den adını alan caminin bir sokak ötesinde Şahidi’nin evinin olduğunu bilen var mı? Ev kaderine terk edilmiş. Muğla Belediyesi, şehrin önemli yapılarını restore edip, Muğla yaşamına kazandırdı. Acaba diyorum o evlerin arasına; Muğla’nın kültürel, sosyal yaşamına Şahidi’nin ve hatta Şemsi Ana’nın evlerini de katmak zor mudur?


Özcan Özgür, Hamle Gazetesi

Muğla Karabağlar Yaylası ve Tarihi Kır Kahveleri

Ramazan ayının gelmesiyle birlikte sıcakların etkisiyle haftasonu planlarımızdaki deniz, kum, güneş ve bol yürüyüş üçlemesine şimdilik veda edip daha serin yerlere kaçamak yapmayı tercih eder olduk. Sıcakların üzerimizdeki etkisini azaltmak için gezilerimizi akşam serinliğine bırakmak durumunda olduğumuzdan yakın yerlere gitmek şimdilik bizim için ön planda. Birkaç yıldır iş yeri arkadaşlarımdan Muğlada yaşayan Erol bey Muğla kent yazımda çok eksikler olduğu konusunda beni eleştirip bu eksikliği gidermek için görmem ve yazmam gereken yerler diye yapmış olduğu listede Karabağlar Yaylası ilk sırada yer aldığından, hem bir yayla görelim hem Süpüroğlu ve Keyf Oturağı tesislerinde Meşhur Muğla yemeklerinden bulabilirsek iftarımızı yapalım istedik.

Yayla demişken aklınıza yine dağlara tırmanacağız, yemyeşil ovalarda dolaşacağınız gelmesin. Yemyeşil ovalar elbette ki var ama beni çok şaşırtan bir şekilde Karabağlar Yaylası Muğla ile aynı seviyede. Yani deniz seviyesinden sadece 650 mt. yüksekte. Hatta bana Muğladan daha aşağıda gibi geldi ki yanılmamışım rakımı 40-50 mt. Daha aşağıda. Genelde kışı kentte geçirenler yaz gelince “Yaylaya çıkalım” derler ya Muğlalılar “Yaylaya inelim” demelerinin altında bu sebep yatıyormuş demek ki. Merak edip araştırdığımda eski dönemlerde Karabağlar'a yayla denilmesi Gökova Körfezinden daha yüksekte olmasından kaynaklandığını okudum.



Muğlanın içinden yaklaşık üç kilometre civarında yol gittik ve birden kendimizi Karabağlar Yaylası girişinde yol ayrımında bulduk. Aynı hizada olsa bile ben yine bir dağ aşarız dağın eteklerinde buluruz sanıyordum ama onda da yanıldım. Muğlaya yolu düşen arkadaşlar mezarlık yolundan düz devam edin birkaç dakika sonra kendinizi yaylada bulacaksınız. Bu kadar şehirle iç içe bir yer anlayacağınız. Girişte Muğla Belediyesinin koymuş olduğu bu yaylada gezmek istiyorsan neler görebiliriz tabelası doğrusu gerçekten çok yararlı . Harita ve tarihi mekanların isimleri yazıyor. Bu mekanlar ise daha ziyade kahvelerden oluşuyor. Bizde merak ettik bu kahveleri ve gelmişken Karabağlar yaylasını keşfedelim dedik.


Gezimize sol taraftaki yoldan giriş yaparak başladık. Güzel ağaçlıklı yollarda ilerlerken karşımıza Afife Kuyusu çıktı. Muğlanın 1800’lü yıllarında belediye başkanlığı yapmış ailelerine mensup Afife Hanım, kuyuyu 18. yy. da evinin yanında kazdırmış ve başına da bir çınar diktirmiş. Böylece Keyfoturağı ve Süpüroğlu güzergahından gelip geçenlerin dinleneceği ve suyundan yararlanacağı bir kuyuya ve gölgeliğe kavuşmuş olmuş. Muhtemelen o tarihlerde Muğladan yaylalarındaki yerlerine gelenler bizim gibi beş dakikada arabayla değil at eşek sırtında yavaş yavaş geldiğinden böyle bir kuyu başı dinlenme noktasına dua etmişlerdir. Kuyunun içindeki taş örgüsü Karabağların eski dokusuna uygun olarak Rum stili yapılmış ama ben bu kuyunun neresi eski dokulu anlayamadım. Yepyeni bir kuyu gibi geldi. Annemin Marmara Adasındaki bahçesinde bulunan Rumlardan kalma kuyu aynen orjinalliğini koruyor. Hiç alakaları yok.

Karabağlar yaylası Muğlalıların yaz aylarını geçirdikleri yer. Aynı seviyede olmalarına rağmen ne hikmetse Muğla sıcaktan yanarken burası üfür üfür esiyor. Burası eskiden kentin tarım faaliyetlerinin yapıldığı alan. İnsanlar yazı yaylada serin serin geçirip bütün kışlıklarını sebze kurularını, konservelerini, salça, tarhana, sucuk, kavurma, makarna ve pekmezlerini hazırlıyorlar.

Karabağlılar sanırım Evliya Çelebinin buraya gelmiş olmasından ve Seyahatnamesinde bahsetmesinden çok gurur duyuyorlar olmalılar ki çocuktan yaşlıya kimle konuşursanız araya bunun sıkıştırıveriyor. 1671 yılında Muğla’ya gelen Evliya Çelebi Karabağlar Yaylasını görmüş ve yaylanın 11 bin bağdan oluştuğunu, yaz günleri sekiz ay boyunca Muğla ve Ula şehri halkının burada kaldığını belirtmiş. Evliya Çelebi’ye göre burasının Osmanlı ülkesinde bir benzeri yok. Ne Malatya’nın Aspuzu’su ne de Konya’nın Meram’ı ile karşılaştırılabilir. Engür, karaağaç, çınar, meşe, ergavan ağaçları yüksek verimli üzüm bağları vardır. Karabağlar’ın yollarına giren kişi bir ağaç deryasında kaybolup yolunu bulamaz bağ yollarına güneş ışığı bile giremezmiş.

Afife kuyusunu geçip biraz ilerleyince karşımıza Berberler kahvesi çıkıyor. Ama burası kendi halinde bırakılmış üzerindede satılık lokanta yazan bir yer. Bahçesinde 4 tane anıtsal çınar ağacı, su kuyusu, mescidi ile ayakta duran bir kahve. En azından içini gezebilmeyi isterdim. Bahçesini ot bürümüş biraz tadilat istesede burası çok güzel değerlendirilebilir.

Berberler kahvesini geçip ağaçlıklı yollarda etrafımızı seyrede seyrede yolumuza devam ediyoruz. Birden karşımıza Keyfoturağı kahvesi geliyor. Burası belediye tarafından Berberler kahvesinden farklı olarak aslına uygun restore edilmiş ve dinlenme yeri, lokanta olarak kullanıma açılmış.

1871 yılında yapılmış kahve, Mescid, kahve ve lokantadan oluşuyor. İçinde 10 tane 700-800 yaşlarında anıtsal çınar ağacı, iki tane de eskiden kalma kuyu var. Böylesine güzel tarihi bir doku içinde gayet güzel olmuş çok beğendim. Bizi kapıdan görür görmez iki kişi içeri davet etti. Yemeğı iftara yiyeceğimizi sadece baktığımızı söylediğimizde de olsun içeriden daha yakından bakın biraz gölgede oturalım diye davetlerini yenilediler.

Karabağlar yaylası içindeki kahve anlayışı diğer şehirlerimizden biraz farklı. Hani bildiğimiz kıraathane olarak bakmayın bu kahvelere. Burada yenilip içilir, düğün dernek gibi toplantılarda buralarda yapılırmış. Her kahvenin yanında su kuyusu, fırın, bakkal, kasap gibi dükkanlar olurmuş ve mutlaka her kahvenin bir de mescidi bulunurmuş. Kahveler Karabağların kültürel yapısını oluşturan yerler olmuş. Çünkü kışı kentlerde geçiren yayla halkı yazın bu kahvelerden zamanı geçiriyor ve bütün etkinliklerini de bu kahvelerin etrafında yaparlarmış. Karabağlarda 30 a yakın tarihi kahve olduğunu söylediler.

Bu Yayla Kahvelerinde yaz aylarında, kurulan pazarlara Muğla’dan gelen berber, ayakkabı tamircisi, nalbant, dondurmacı, macuncu gibi esnaflar hizmet vererek sosyal hayata canlılık katmışlar. Zamanında ortaoyunları, güreşler bile düzenlenmiş. Her mahallenin kahvesi o mahallenin can damarı olmuş aslında.

Bu kahvenin sadece mescidi diğer kahvelerden farklı olarak ahşap tavanlıymış. Hala işlevini koruyor ve kullanılıyor. İlerleyen saatlerde anlıyoruz ki mescidler içinde tek işlevini koruyan bu. Ama ikindi saati ezan okunurken iki ezan sesi vardı. Sanırım arada kaçırdığımız bir tane vardı.

Keyf oturağından yola devam ettiğimizde Vakıf kahvesi tabelasını görüp içeri girdik. Aslında çok güzel tadilata uygun ayakta kalmış bir kahve ama restore görmemiş bir şekilde öylece bekliyordu. Keyfoturağı gibi burasıda açık olsaydı harika olurdu. Aslına bakarsanız ben buraya bayıldım. O asırlık Çınarların gölgesinde tahta masa sandalyeler olacak onlarda oturup çayımı kahvemi yudumlayacağım. Üfür üfür. Burası Karabağlar'ın en çok esinti alan kahvesiymiş ve Muğla'nın en büyük Kavaklarının (Çınarlarının) bulunduğu yermiş.

Pek çok yerde sokaklar çok dar ve adeta labirent gibi.. Resmen yolumuzu kaybedip durduk. Ağaçlar gökyüzünü göstermeyecekmiş gibi yollarda koridor oluşturmuş. Tünel gibi yollarda ilerleyip durduk. Muğla evleri gibi burada da evlerin sokağa cephesi yok, yüksek duvarlarla çevrili. Bu yüzden de dar geçişli daracık sokaklar genellikle oldukça dar. Köylülerle konuşurken değişik kelimeler kulağıma çalındı. "Kesik, irim" gibi kelimeler yol tariflerinde çokca karşımıza çıkıyor. Yurtları (evleri, tarlaları) birbirinden ayıran, yayla yollarını oluşturan doğal, yani topraktan oluşmuş bunun üstünü örten ağaçlar, çalı gruplarından oluşan doğal çitlere "kesik" diyorlar. İki yanında kesik bulunan ve kesikler boyunca yükselen ağaç ve çalıların üstünü örttüğü, yaya ve araç geçişine en çok 1,5 - 2 metre genişliğinde olan doğal yollara da "irim" diyorlar. Yukarıdaki fotoğraflarda irim ve kesikler bol bol görünüyor.

Vakıf kahvesinden geri dönmeyip o daracık sokaklarda devam edelim dedik. Git git nereye gittiğimiz belli olmadan ilerledik. Sadece bir arabanın yol alabileceği daracık ara sokaklarda bir sağa bir sola yol aldık. Sokaklarda kimsecikler yok. En sonunda Elmalı Kahve yazan bir tabelaya rastladık. Allah allah nasıl becerdiysek bu sokaklarda gezerken Karabağlar girişinde sol yoldan girdiğimiz güzergahın sağ tarafına geçmişiz. Çünkü girişteki haritaya göre öbür yoldan girdiğimizde Elmalı Kahvesini görmeliydik. Etrafımıza baktığımızda ben kahve falan göremedim. Nerede bu kahve derken Göksel bir yıkıntı gösterdi. Burası olmalı!!!

Kahve mi, mescit mi bu derken en sonunda karşıdan gelen bir adam gördük. Sağolusun etraflarda normalde kimsecikler görmediğimiz için danışacağımız birini görmek bizi çok mutlu etti. Doğru Elmalı Kahvenin mescidi bu yıkıntıymış. Kahvede karşısındaki duvarlar arkasındaymış bir zamanlar. Ama onu yıkmışlar ve yerine ev yapmış amcamlar. Pek bir moralim bozuldu. Mescid ise böyle otların arasında terkedilmiş bir halde son can çekişmelerini yaşıyor.

Labirent gibi yollarda kaybolduğumuz belli olunca iyi bir yol tarifi aldık. Ahh ah! dedi siz eskiden görecektiniz burayı. Buralarda asıl Karaağaç dedikleri bir ağaç çeşidi varmış. Karaağaçlar mantar hastalığına yakalanmış yok olmuşlar. Onlar ne gölge yaparlarmış göğü kaplarlarmış. Şimdi Çıtlık dedikleri ağaçlar her yanı sarmış. Öyle güzel gölge yapmıyorlarmış.





Bulunduğumuz yerden tekrar geri dönüp Vakıf kahvesinden yukarı doğru devam edip Süpüroğlu Kahvesine ulaştık. Burası Keyfoturağı gibi restore edilmiş ama özel işletme olarak varlığını sürdürüyor. Biz kapıdan bakarken yanımıza bir bayan geldi hemen. Burası dedelerininmiş. Girişteki bina asıl kahve olup yanındaki ise dedelerinin o zamanlar kalmak için kullandıkları iki gözlü odalarmış. Bu ikisini restore etmişler. Lokanta bölümü ise sonradan eklenmiş bir alan.











Baktım kadın pek muhabbetçi değil biraz oturalım dinlenelim diye "çay kahve içebilirmiyiz" dedik. Siz geçin ilgilenir arkadaşlar diye suratsız kadın kendi başından gönderdi. Şu an kullanılan lokanta bölümünün bahçesine yönlendirdi bizi. Pek güzel pek serindi. Göksel oruçlu olduğundan ben etrafa bakınayım deyip dolaşırken, ben oturdum düşen kan şekerimi (kendisi sürekli 50'lerde gezerler) kendine getireyim istedim ama yanıma ne gelen var ne giden. Bu arada yemek yemeğe gelen müşterilerle bir güzel ilgileniliyor ama benim masama uğrayan yok. Artık gözlerim kararmaya başladığında epey bir beklemiştim en sonunda dayanamayıp bir garsonu çağırdım. "Yemek yemeyeceğimi düşündüğünüz için mi ilgilenmiyorsunuz" dedim. İftar saatine kadar kan şekerimi yükseltsin diye çay ve sigara böreği istedim. Ben beklerken Göksel geldi ama aradan epey bir zaman geçtiği halde hala bana çayım bile gelmedi. Sinirlendim ve beklemeden söylene söylene kalktım. Kesin olan bir şey var zaten Karabağlar yaylasında toplam iki tane restore edilmiş yer var. Süpüroğlu ve Keyfoturağı.. Akşam yemeğini ikisinden birinde yememiz gerekiyor. Kesinlikle Süpüroğlu bir daha adım atacağım bir yer değil. Arada korkunç bir ilgi alaka ve en önemlisi de güleryüz eksikliği var. Şurasında o anda yemeyecek olsak bile iki saat sonra yemeğe geleceğimiz yer olduğu halde ilgisizliklerinden ve suratsızlıklarından kimseye önermem. Kapısından bakın ve çıkın derim.




















Biz Süpüroğlu yolundan yukarı doğru gitmeye devam edince sanırım artık Karabağlardan çıkmış olduk çünkü Ortaköy diye bir yere geldik. Ortaköy tam bir köy havasında bulunan meydanında bakkalı, kahveleri ile şirin bir yer. Tarihi kahveleri bulacağız diye yanlışlıkla gitmiş olsak da kendi halindeki havası hoşuma gitti. Duvar diplerinde gölgeye sığınmış sohbet eden yaşlıları, kahvelerde oturup iftara kadar zaman geçiren erkekleri, sanırım yabancıya alışık değiller ki kimin yanından geçsem merakla bakıp hoşgeldin kızım diyen insanları ile pek sıcak kanlıydılar. Bahçelerinde yaktıkları ateşlerden iftar yemeklerinin havayı dolduran kokuları ile tam bir köy havası vardı.





Ortaköyden tekrar yaylaya dönüş için aynı geldiğimiz yolu dümdüz geri dönüp Keyfoturağına geri geldik. Bu sefer köşede tabelasını gördüğümüz Ayvalı Kahve ve Tozlu Kahveyi işaret eden sol taraftaki yola girdik. Az gittik uz gittik derler ya aynen öyle köy evlerinin yine daracık yolların arasından ilerledik.





Tam vazgeçip dönmek üzereydik Ayvalı Kahve tabelasıyla karşılaştık. Çok şükür deyip etrafımıza baktık ama yine kahve namına bir şey yok. Büyük ulu bir çınar ağacının altında oturup yolun iki tarafındaki tel örgü ve duvarla çevrili evleri inceledim. Bunlardan biri kesin Ayvalı Kahve. Tabela da yazana göre biri yazlık biri kışlık iki kahve binası ve bir mescidden oluşuyor ve 1992 yılından beri de konut olarak kullanılıyormuş. Muhtemelen bu fotoğraftaki ev çünkü bir kaç metre yanında yine restore görmüş küçük bir bina vardı. Eh şansımıza küsmeyelim hiç olmazsa bu tarihi binayı kendi haline terk etmeyip konut olarak ayakta tutmuşlar diye seviniyoruz. Ama boşu boşuna geldik bunca yolu. Öyle tel örgü dışından baktık durduk. Bahçesinde de ayva ağacı göremedim. Bu kahvelerin isimleri nereden geliyor kimse birşey anlatmadı bana.





Bari yola devam edip Tozlu kahveyi bulmak için ilerliyoruz ilerliyoruz ve kendimizi Muğlanın sanırım arka taraflarında bir yerlerde yola çıkmış buluyoruz. Şaka gibi diyorum kendi kendime. Labirent yolları ile bu Karabağlar bizi kendi içinden atıp atıp duruyor. Tozlu kahve nerede kaldı anlamadık. Bu sefer geri dönmeden tekrar Muğla içine girip yeniden başlangıç noktamıza dönüyoruz. Nasılsa orada yol ikiye ayrılıyordu biz sol tarafı bitirdik bari sağ taraftaki yola girip birde o tarafı keşfedelim diyoruz.








Fazla gitmemize gerek kalmadan ilk molamızı büyük bir çınar ağacı altında veriyoruz. Buraya MuğlalılarAllan Kavağı yani "Allah’ın kavağı" diyorlar. Bakmayın siz kavak dediklerine. Muğla bölgesine geldiğinizde eğer size kavak ağacıyla ilgili bir yol tarifi falan verirlerse sakın Kavak arayıpta yolunuzu şaşırmayın. Bölgede hangi köye gidersem gideyim hep rastladığım bir olay çınar ağacına kavak ağacı demeleri. Hatta ben Çınar dediğimde de ısrarla Kavak diye beni düzeltirler.


Gelelim Allah’ın Kavağına. Yaşı konusunda bir fikrim yok. Sonuçta Karabağlar'daki bütün kahvelerin bahçelerinde en az 800 yıllık asırlık çınar ağaçları var. Kaldi ki Karabağlar zaten aşırı yeşil, göğü bile göstermeyecek kadar büyümüş koridor olmuş ağaçları, gölgelikleriyle meşhur bir yer. Belki de bu kavak ağacı hepsinden en yaşlısıdır ki koruma altına alınmış.


Çınar ağacının devasa bir kovuğu var. Aslında resmen toprak altında kökten birleşmiş ve kovukla ağaç iki parçaya ayrılmış gibi bir görüntü sergiliyor. Halk için kutsal bir ağaçmış. Burada adak adayanlar gelirmiş ama etrafta hiç çaput göremedim. Ama bu ağaç kutsal ya çocukları iyileştireceğine inanılırmış. Hasta olan çocuklar iki kadın tarafından Allan kavağına götürülür; biri ağacın içinde biri dışında olmak üzere, çocuğu birbirlerine atarak: “Al çocuğunu, ver çocuğumu” derlermiş. Böylece çocuğun iyileşeceğine inanılırmış. Her halde bu çok eskilerde kalmış bir inanıştır diye düşünüyorum. Hala yapan var mıdır acaba?





Allan kavuğunun yanında ise bir su kuyusu var. Bu su kuyusu ise ta Bizans zamanında kalma. Sanırım Bizans Satraplarından birinin kızı adına Antik taşlardan yapılmış.








Yola devam ettiğimizde Gökkıble Kahvesi çıktı karşımıza. Bu kahve 1959 yılında yapılmış. Yani kimse kusura bakmasın Vakıfların işine karışmak istemem ama henüz 53 yaşında olan bir kahve bana göre hiç de tarihi değil. Bu topraklar binlerce yıllık tarih taşıyor. Bunun dışında tabi ki diğer kahveler gibi bünyesinde bir bakkal ve fırında varmış. Hemen yanında yıkıntı halinde bir yer vardı sanırım orası bakkalı yada fırını olabilir. Yolun karşısında ise mescidi var sahipleri sonradan minare eklemişler. Oda ayakta duruyor ve kullanılıyor. Sanırım duyduğumuz ikinci ezan sesi buraya aitti. Ama minaresi güzeldi hoşuma gitti.


Hadi bakalım tarihi kahve peşinde dolanıp duruyoruz. Bazen elimiz boş dönsekde yine de merakımızın önüne geçemiyoruz. Bu yüzden Bakkallar Kahvesine gelip de yine etrafımıza alık alık baktığımızı söylersem eminim buraya kadar gördüklerimizden buna siz de çok şaşırmayacaksınız.








Bir köşede tabela var iyi güzel de Allahım yarabbim kahve nerede?? Her yanım kapı duvar. Zaten dedim ya Muğla da eski evleri pek göremezsiniz. Yüksek duvarlarla çevrilidir. Burası da aynen öyle. En sonunda bahçe kapılarından biri aralanır aralanmaz görünen kızlara çaresizlik içinde "Kahve nerede?" diye sordum. Bu ahşap çitlerin ardını gösterdiler. Eh bunlar bana engel tanımaz deyip duvarların ardını dikizlemeye kalkınca bir kaç dakikaya yanımda kızların çıktığı kapıdan gelen Zümrüt teyze belirdi. Elmas ve Zümrüt ne güzel ikili olduk diye başladık muhabbete. Zümrüt teyze Karabağlar Yaylası’nın geçmişini, yaylanın yöre halkı için ne anlama geldiğini, her yönüyle yaylanın güzelliklerini, güzel birer anı ve geçmişe birer özlem olarak ne güzel anlattı bize.





Artık yaylanın eski havası yokmuş. Nerede o eski günler deniyor. Artık herkes yabancıymış az kalmış yerlisi. Zümrüt teyzenin çocukluğunda bu kahve işliyormuş. O zamanlar insanlar çokmuş burada. Her yanda tam bir orman hakimmiş. Ağaçlardan gökyüzü görünmezmiş. Kahvenin ardı bakkalmış. Diğer köşede bir bakkal daha varmış. Muhtemelen o yüzden bakkal kahvesi diye anılıyor burası. Şimdilerde ise bu kahve büyük bir Çınar ağacı gölgesinde, yüksek tahta çitlerin ardına saklanmış. Burayı Keyfoturağı gibi işletmek istemişler ama içkili ruhsatı alamadıklarından konuta çevirmişler. "Şart mı alkol?" dedim, Zümrüt Teyze şöyle bir bakış attı bana ve "Alkol olmazsa Muğla'da iş yapamazlar" dedi.











Hacı Ahmet Cami





Akşam saatleri iyice yaklaştığı için son durağımızı Hacı Ahmet Kahvesinde verdik. Burada bir eski bir de yeni kahve var. Bütün kahvelerde olduğu gibi yanında bir mescid ve bir de fırın varmış. Bahçesinde iki büyük Çınar ağacı ve iki tanede küçük şirin havuzu var. Kullanımda olsaydı gerçekten güzel bir yer olurdu. Havuzlardan gelen suyun sesi, çınarların gölgelikleriyle gayet hoş bir yer. Gerçi ben ne kadar kullanılsa, işletilse desemde bir yandan da düşünüyorum kim kullanacak ki buraları. Eskisi gibi kalabalık insan yok artık Karabağlarda. Artık şehir arabalar sayesinde iyice yakınlaştı. İki adımda gidiliyor. Kahve kültürü de değişti artık. Ama bu kahveler ve serinlik sayesinde Karabağlar Muğlaya güzel bir turizm de kazandırabilir. Şehre bu kadar yakın güzel bir kaçış noktası aslında. Valla her kahvede oturur bir çay içerdim. Zaman geçirirdim.








Muğla evlerinin özelliği içeri dönük olmaları. Dikkat ederseniz pek ev sokak resmi yayınlamadım. Bunun sebebi Muğlada evlerin yüksek duvarlarla çevrilmiş olması, aile mahremiyetine önem verdikleri için bahçeleri, zamanlarının çoğunu geçirdikleri avlularının dışarıdan görünmemesi. Hatta bu sebeple dış duvara dayalı evlerin ilk katlarında sokağa penceresi olan ev yoktur. Bu yüzden avlularında yılın sekiz ayı vakitlerini geçirir yemek pişirir rahatlıkla oturur kalkarlar. Evlerinin açık ön sofalarına da "hayat" derler.


Eğer bir gün buralara yolunuz düşerde birileriyle sohbet ederseniz sık sık yurt kelimesini duyacaksınız demektir. Buralarda ev yerine yurt kelimesi kullanıyorlar. "Filancanın şuradaki yurdu..." "şu yurdu geçin ardında..." denildiği zaman önündeki bahçesiyle birlikte evini kast ediyor demektir. Bu kahvelerede Yurt Kahvesi diyorlar.








Geleneksel Muğla bacalarının ise en güzel örneklerini çok bariz burada görebiliyoruz. Muğlada şehirleşmenin etkisiyle sadece Saburhane mahallesinde görebildiğim bacalar Karabağlar yaylasında binaların arasında kalmadığından daha da dikkat çekiyor. Türkiye'nin en çok yağış alan şehirlerinden biri olan Muğla'da rüzgar ve yağmurdan korunmak için toplam 28 kiremetten ve üzeri kapalı bir şekilde bacalar yapmışlar. Kendine has bu özelliği nedeniyle de yıllardır Muğlanın simgesi olmuş.








Akşam olup da iftar saati yaklaşınca Süpüroğlunu eleyip Keyfoturağı Kahvesine doğru yol aldık. Doğrusu kahveleri gezeceğiz diye bir o yana bir bu yana gezinirken epey zaman geçmiş. Geldiğimizde ilk uğradığımız yerlerden biri olduğundan Keyfoturağındakiler bile "kaç saattir kahve mi geziyorsunuz? Amma fotoğraf çektiniz" diye takıldılar. 1800'lü yıllarda yapılmış kahvenin masalarında asırlık çınarların altında oturup nefes aldık.











İş sipariş vermeye geldiğinde doğrusu zorlandık. Çorba olarak Mercimek çorbası teklif edilince iki gündür mercimek için Göksel vazgeçti. Bunun üzerine Muğla tarhanası denemek istedik. Pek talep olmadığından sanırım saymamıştı. Burada buğdayı haşlayıp yoğurtla mayalandırıyorlar ve kurabiye gibi kalıp kalıp kurutup saklıyorlar. Pişirirken de kuru börülce ile pişiriyorlar. Gerçekten enfes bir lezzet. Bol acılı tarhananın tadı damağımda kaldı.

Eğer Karabağlarda yemek yiyorsanız bir kaç önemli seçenek var. Büryan Kebap, döş dolması, köy tavuğu denenmesi gereken lezzetler arasında.. Bu seferlik döş dolmasında karar kırdık. Aşcıbaşı oğlağın ön kolunu iç pilavla doldurup nar gibi pişirmiş bir şekilde önümüze geldi. Damak çatlatan lezzetlerin içine giriyor kendileri.

Ekşili patlıcanın ise çok bir özelliği yoktu. Sarımsaklı, limonlu, yoğurlu ekşili közlenmiş patlıcandan oluşuyordu. Pide ve ekmeğin bir özelliği yoktu. Sadece torba içinde gelip sofrada bekliyorlar. Aslında sabahları köy ekmeği çıkarıyorlarmış ama ramazan dolayısıyla fazla yoğunluk olmadığından akşamları normal pide ve ekmeğe dönmüşler.

Biz bu gezintimizden büyük keyif aldık. Özellikle labirent halini almış yollarda, tünel gibi yolları çevrelemiş ağaçların altından yürümek, üfür üfür bir havaya eşlik eden kuş sesleri ve aslında ne çok şey kaybettiğimizi anlatan kaybolmaya yüz tutmuş kahve kültürüyle ve enfes yemekleriyle Karabağlar tanımaya değer bir yer olarak gönlümüze taht kurdu. Daha göremediğim diğer kahveleri görmeye, yiyemediğim kuyu büryanı yapılışınıda izlemek üzere yine geleceğime söz vererekden gecenin karanlığında veda ettik.