Mehmed Muhyiddin-i Vefayi, Osmanlı dönemi din alimi.
Muğla'da doğmuş tahsilinden sonra Kütahya ve Bursa medreselerinde ders vermeye başlamıştır. Bu sırada İstanbul'da medfun Şeyh Vefa-i Konevi'nin şeyhi olduğu Zeyniyye tarikatının Vefaiyye koluna girdi ve burada yüksek manevi derecelere erişti.
1533 yılında Bursa'da vefat etti ve bu şehirde Zeyniler isimli mahallede defnedildi. Eserleri aşağıdadır:
* Tenvîrü'd-Duha, Duha suresi tefsiridir.
*
Tehzîbü'l-Kâfiye, Nahiv ilmine dair bir kitaptır.
*
Ta'lîkât ala Hâşiye-i Tecrid: Seyyid Şerif in hâşiyesine dâirdir .
* Hâşiye-i Şerh-i Hedâyâ: Mollazâde'nin Hedâyâ Şerhi'ne dâir bir hâşiyesi olup
Bursalı Hocazâde'nin zeyli makâmındadır.
* Ravzü'l-İzhâr: Fünûn-ı adîdeye dâir mebâhis ve itirazâtı içeren bir eserdir.
* Hızânetül'l-Fezâil: Kavâid ve muhadarâtdan mebâhisdir.
* Tefsîr-i Ayete'l-Kürsî: Adı üzerine Ayete'l-Kürsi'nin tefsiri üzerine bir risaledir.
Bir de Bursalı Hocazâde'nin Tehafüt'ünde hâşiyesi olduğu Karabaşzâde-i İzmirî'nin
eserinde yazılıdır.
6 Aralık 2019 Cuma
23 Kasım 2019 Cumartesi
Salih Hüdai Dede
Salih Hüdayi Dede (1383 - 1480), Muğla'da yaşamış mevlevi şeyhi ve divan şairidir.
Şahidi İbrahim Dede'nin babası olup Muğla Mevlevihanesi'nin kurucusu ve Mevleviliğin Muğla'daki ilk üstatlarındandır.
Osmanlı devleti zamanında Anadolu'da Bizans üzerine akınlar düzenleyen alim bir gazinin oğludur. Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye’de doğum yerinin Mısır, Tuhfe-i Nâilî’de ise Muğla olduğu belirtilmiştir. Ancak Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye ve Semâhâne-i Edeb yazarları şairin babasının Muğla’dan Mısır’a gittiği, Mısır’da evlendiği ve Hudâyî’nin de burada doğduğu konusunda mutabıktırlar. İlk eğitimine babasından aldığı Kur’ân-ı Kerîm dersleriyle başlayan Hudâyî, bir müddet Mısır’da ikamet ettikten sonra Muğla’ya dönerek tahsil için Seyyid Kemâl’in hizmetine girip çeşitli ilimleri tahsil etmiş, bu zatın telkiniyle de Mevlevî tarikatına dahil olmuştur. İstanbul’a geldiği esnada devrin vezirlerinden Mahmûd Paşa aracılığıyla Fatih Sultan Mehmed’in huzuruna çıkartılmış ve padişahtan Seyyid Kemâleddin’in Muğla’daki türbesinin Mevlevî zaviyesi olarak kendisine verilmesi talebinde bulunmuştur. Hudayi Dede'nin isteği kabul edilmiş, o da bu zaviyede irşat vazifesini sürdürmüştür. Uzun müddet adı geçen zaviyede Mesnevî dersleri verdiği ve dini risaleler kaleme aldığı belirtilen Hüdayi Dede’nin eserlerine ve sanat anlayışına dair kaynaklarda herhangi bir bilgi mevcut değildir.
Salih Hüdai Dede oğlu Şahidi'ye ilk dini bilgileri ve Farsça'yı öğretmiş, oğlu on kendisi doksan yaşındayken vefat etmiştir. Vasiyetinde oğlunun sufi bir ipek ustasının yanında çalışmasını istediyse de Şahidi ilim öğrenme isteğiyle bu mesleği bırakmıştır. Kabri Şahidi Cami bahçesindeki türbede Şahidi İbrahim Dede ile yan yana bulunmaktadır.
Eserlerinden örnekler:
Ey dil ister isen eger kâmil ola noksanın
Sinesi altına gir hazret-i Mevlânâ'nın
-----------------------------------------------------------------
Aşka bağlandı gönül benden çeküp el neyleyem
Benden çok râzî olur bedenden azâd olmasını
Sormazını esrâr-ı aşkın müşkilinden zahide
Çünki şakird olmamış bu fende üstâd olmasun
------------------------------------------------------------------
Gazel
Nefsi göz yaşına gark it ağlayup Yahyâ gibi
Sen de Fir’avn’un helâk it Hazret-i Mûsâ gibi
Bir ta’alluk riştesin bağlayacak yer var mıdur
Âlemi gözden geçürsen [sûzen-i] Îsâ gibi
Ehl-i Hakka dil ucuyla âşinâlık eylesen
Kendüye çekmek mukadderdür seni feryâ gibi
Âsi olma istikâmetden asâ al destüne
Üstine toğruldığınca nefs-i ejderhâ gibi
Başını şeb hırkasına çekdigiyçün her seher
Görinür ceyb-i ufukdan gün yed-i beyzâ gibi
Ma’rifet ırmakları [hikmet pınarı] akmağa
Çâk çâk itmen gereksen sîneni sahrâ gibi
Şemme-i aşk ile kılsan cismüni zâr u nizâr
Olıcak penbeyle saklarlar seni ayvâ gibi
Hep ilâhî dimeye kasd it Hudâyî şi’rüni
Hazret-i Attâr u Şemsü’s-dîn ü Mevlânâ gibi
Şahidi İbrahim Dede'nin babası olup Muğla Mevlevihanesi'nin kurucusu ve Mevleviliğin Muğla'daki ilk üstatlarındandır.
Osmanlı devleti zamanında Anadolu'da Bizans üzerine akınlar düzenleyen alim bir gazinin oğludur. Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye’de doğum yerinin Mısır, Tuhfe-i Nâilî’de ise Muğla olduğu belirtilmiştir. Ancak Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye ve Semâhâne-i Edeb yazarları şairin babasının Muğla’dan Mısır’a gittiği, Mısır’da evlendiği ve Hudâyî’nin de burada doğduğu konusunda mutabıktırlar. İlk eğitimine babasından aldığı Kur’ân-ı Kerîm dersleriyle başlayan Hudâyî, bir müddet Mısır’da ikamet ettikten sonra Muğla’ya dönerek tahsil için Seyyid Kemâl’in hizmetine girip çeşitli ilimleri tahsil etmiş, bu zatın telkiniyle de Mevlevî tarikatına dahil olmuştur. İstanbul’a geldiği esnada devrin vezirlerinden Mahmûd Paşa aracılığıyla Fatih Sultan Mehmed’in huzuruna çıkartılmış ve padişahtan Seyyid Kemâleddin’in Muğla’daki türbesinin Mevlevî zaviyesi olarak kendisine verilmesi talebinde bulunmuştur. Hudayi Dede'nin isteği kabul edilmiş, o da bu zaviyede irşat vazifesini sürdürmüştür. Uzun müddet adı geçen zaviyede Mesnevî dersleri verdiği ve dini risaleler kaleme aldığı belirtilen Hüdayi Dede’nin eserlerine ve sanat anlayışına dair kaynaklarda herhangi bir bilgi mevcut değildir.
Salih Hüdai Dede oğlu Şahidi'ye ilk dini bilgileri ve Farsça'yı öğretmiş, oğlu on kendisi doksan yaşındayken vefat etmiştir. Vasiyetinde oğlunun sufi bir ipek ustasının yanında çalışmasını istediyse de Şahidi ilim öğrenme isteğiyle bu mesleği bırakmıştır. Kabri Şahidi Cami bahçesindeki türbede Şahidi İbrahim Dede ile yan yana bulunmaktadır.
Eserlerinden örnekler:
Ey dil ister isen eger kâmil ola noksanın
Sinesi altına gir hazret-i Mevlânâ'nın
-----------------------------------------------------------------
Aşka bağlandı gönül benden çeküp el neyleyem
Benden çok râzî olur bedenden azâd olmasını
Sormazını esrâr-ı aşkın müşkilinden zahide
Çünki şakird olmamış bu fende üstâd olmasun
------------------------------------------------------------------
Gazel
Nefsi göz yaşına gark it ağlayup Yahyâ gibi
Sen de Fir’avn’un helâk it Hazret-i Mûsâ gibi
Bir ta’alluk riştesin bağlayacak yer var mıdur
Âlemi gözden geçürsen [sûzen-i] Îsâ gibi
Ehl-i Hakka dil ucuyla âşinâlık eylesen
Kendüye çekmek mukadderdür seni feryâ gibi
Âsi olma istikâmetden asâ al destüne
Üstine toğruldığınca nefs-i ejderhâ gibi
Başını şeb hırkasına çekdigiyçün her seher
Görinür ceyb-i ufukdan gün yed-i beyzâ gibi
Ma’rifet ırmakları [hikmet pınarı] akmağa
Çâk çâk itmen gereksen sîneni sahrâ gibi
Şemme-i aşk ile kılsan cismüni zâr u nizâr
Olıcak penbeyle saklarlar seni ayvâ gibi
Hep ilâhî dimeye kasd it Hudâyî şi’rüni
Hazret-i Attâr u Şemsü’s-dîn ü Mevlânâ gibi
Şeyh Camii
İsmini verdiği Şeyh mahallesindeki caminin yapım kitabesi mevcut değildir. Ancak kabul edilen görüş caminin 1565 yılında Muğla'nın büyük alimlerinden Şeyh Bedreddin tarafından yaptırıldığıdır. Zekai Mete, caminin ilk olarak Kadı Mahallesi Mescidi olarak anıldığını, 16. yüzyıl ortalarından itibaren ise Şeyh Bedreddin'in adıyla anılmaya başladığını ileri sürer. Ekrem Uykucu vakıf kayıtlarına istinaden caminin 1560 yılında mevcut olduğunu yazar. Caminin adı 1562 tarihli Mufassal Evkaf Defteri'nde geçmektedir. Ali Rıza Hakses ise caminin bir rivayete göre 1465 yılında 19. yüzyılda iki onarım geçirmiş olup ilki olarak 1831 yılında Menteşe Mütesellimi (Tanzimat öncesi vergi toplayan devlet memuru) Tavaslı Osman Ağa'nın eşi Ümmü Gülsüm Hatun tarafından tamir ettirildi. Osman Ağa ayrıca camiye geniş vakıflar kurdurdu. İkinci onarım ise Şerif Efendi ile Ragıp Efendi tarafından 1896 yılında yaptırıldı. Minaresi 1806 yılında eklenmiştir. Cami en son 2007 yılında restore edilmiştir.
Caminin kuzey ve güney yönlerinde iki haziresi vardır. Burada camiyi yaptıran Şeyh Bedreddin başta olmak üzere Kadı Süleyman Efendi, Hafız Ahmet Efendi, Muğla Müftüsü Bekir Efendi gibi şehrin ileri gelenlerinin mezarları bulunmaktadır.
Muğla'da Mevlevilik
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin tasavvuf anlayışına dayanan Mevlevilik, bir sûfî geleneği olarak 14. yüzyılın başından itibaren sistematik bir şekilde hayata geçmeye başladıktan sonra, başta Konya olmak üzere, İstanbul, Bursa, Afyonkarahisar, Kütahya ve Manisa gibi, Anadolu ve Balkanlar'ın muhtelif şehirlerinde oluşan mevlevihanelerle , klasik kültürün önemli kurucu, koruyucu ve nakledici kurumlarından biri olmuştur. Bu geniş coğrafyaya yayılmış bulunan Mevlevî geleneğinin, yüzyıllarca aktif olduğu şehirlerden birisi de Muğla'dır.
1262 yılında Türk siyasî nüfuzunun etkin olarak görüldüğü Muğla yöresinde, Mevlevî geleneğinin bilinen ilk ismi H. 885/ M. 1480 yılında 90 yaşlarında vefat eden Sâlih Hüdayî Dede'dir. Sâlih Hüdâyî Dede, ilk tahsilini Emir Sultan'ın kız kardeşinin oğlu olup Muğla'ya yerleşen Seyyid Kemâleddin'den almış, daha sonra Mevleviliğe intisab ederek muhtemelen 1450'li yıllarda, Fatih Sultan Mehmed'in inâyetiyle Muğla Mevlevihanesi'ni kurmuş ve burada Mesnevi okutmuştur. Buna göre, Muğla Mevlevihanesi, İstanbul Galata Mevlevihanesi (tesisi 1491)'nden de önce Anadolu'da ilk tesis olunan dergâhlardan birisidir.
Muğla Mevlevihanesi kurucusu olarak görülebilecek olan Hüdâyî Dede, 1480 yılında vefat edince, dergâh haziresinde medfun bulunan Seyyid Kemâleddin'in ayak ucuna defnedilmiştir. Kabri, hâlâ ziyâretçilere açıktır.
Şâhidî'den önce Muğla Mevlevî geleneği ile ilgili fazla bir bilgi ve belge bulunmamaktadır. Fakat babası Hüdâyî Dede'nin Mesnevi okuttuğu ve oğluna Farsça öğrettiği; Şâhidî'nin tefsir okuyup feyz aldığı ve Vakıf köyü imamının Mevlevî Fenâyî olduğu bilgilerinden hareketle, bu sûfî geleneğinin, Şâhidî'den önce de yörede mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Muğla Mevlevî geleneğinin en önemli ismi, Salih Hüdâyî Dede'nin oğlu Şâhidî'dir ve bu dergah, asıl ününü Şâhidî ile kazanmıştır.
Gedâyem Şâhidî-i Mevlevîyem
Diyâr-ı Menteşe'de Muğlevîyem
diyerek memleketi hakkında en açık bilgiyi verir.
Şâhidî, Babasının Hüdayî olduğunu, Divan'ındaki,
Şâhidiyem Mevlevî-i ârifem gelsün bana
İsteyen sırr-ı Hudâyı ben Hüdâyî-zâdeyem
beytinde de açıkça ifâde eder.
Başta Farsça tedrisi olmak üzere ilk tahsilini babasından alan Şâhidî, 18 yaşına gelince İstanbul'da Fatih Medresesi'ne, daha sonra da Bursa'da Yıldırım Han Medresesine devam eden Şâhidî'nin, bu medresede yaşayıp yıllar sonra 76 yaşındayken 1544 yılında yazdığı Gülşen-i Esrar adlı eserinde anlattığı şu olay, onu tasavvufa yönlendirir:
“Bir gün, Seyyid Hüseynî'nin Kenzü'r-Rümûz'unu okurken, bir softa ona, 'Bu nedir?' diye sorar. O da eser için, 'Dünyayı terk etmeyi, dünya nimetlerine ehemmiyet vermemeyi telkin ediyor.' der. Bunun üzerine softanın, 'Bu kadar zahmetten sonra, demek dünyayı terk edeceğim ha! Bana mevki, mal, mülk, evlat gerek' demesi, Şâhidî'ye çok dokunur. Zavallı softa da onun yanından ayrılıp, odasına geçince, vebaya yakalanarak ölür. Bu olay, Şâhidî için dönüm noktası olur; öğrenimini tamamlamadan Muğla'ya döner ve annesine, artık medresede okumayacağını, derviş olmak istediğini söyler. Bu sırada Muğla'da iki şeyh vardır. Bunlardan Şeyh Vefâ'nın halifesi olan Şeyh Hayreddin'in ne şeyhlikle ve ne de dervişlikle ilgisi vardı. Tekkesi bile yoktur. Oysa, Şeyh Bedreddin, tekke sahibidir ve şehzādelerle beylerin saygısına mazhar olmuştur. Şâhidî annesinin de isteğine uyarak, Vefâî şeyhi Bedreddin'e bağlanır, ondan tefsir okur.”
Şâhidî'nin anlattığı bu olay, onu tasavvufa yönlendirirken, gene Gülşen-i Esrar'ında anlattığı ikinci bir olay, Şâhidî'nin Mevleviliğe intisabını ve dolayısıyla Muğla Mevleviliğinin gelişip genişlemesi açısından önemlidir. Kendi ifadesine göre, Şâhidî'yi Mevleviliğe yönlendiren olay şöyle gelişmiştir: “Şâhidî'nin, köy köy dolaştığı zamanlarda, Kozluk köyünde, bir Cuma günü abdest alırken, garip bir hale düşer, kendinden geçer. Orada bulunan bir meczup kendisine, 'Abdest alırken göğe bakmadın mı? Bütün melekler başının üstündeydi” der. Bu söz, Şâhidî'yi çok etkiler. Cuma namazından sonra, minbere çıkıp vaaza başlar. Vaazı bitirip kürsüden inerken, herkes elini öpmeye koşar. Bu arada, dinleyiciler arasında bulunan bir Mevlevî dervişi, 'Sende bu kadar bilgi varken, neden başında Mevlevî külâhı yok?' der. Şâhidî de, 'Bir pir bulsam, derhal Mevlevî külâhı giyerim” cevabını verir. Böylece, bu dervişle birlikte, Vakıf adlı köyde imamlık yapan ve Fenâyî (ö. h. 925/m. 1519) mahlasını kullanan Mevlevî dervişiyle beraber, Lazkiye (Denizli)'deki Mevlevi şeyhi Fânî Dede (ö. h. 910/m.1504)'ye giderler. Şâhidî, Fânî Dede'nin huzuruna varışını Gülşen-i Esrar'ında şöyle anlatır.
Resîdem ân şeb ân-câ çün Süreyyâ
Meğer yek Mevlenihâne bûd ân-câ
Ki Fânî bud şeyheş Mesnevî-dân
Ki Şeydâyî bûdestî kûçek-i ân
Çü ber-mî-dâşt Şeydâyî külâhî
Me-râ bordend Fânî vü Fenâyî
(O gece, oraya Süreyya yıldızı gibi vardım. Meğer orası bir Mevlevihane idi. Ki oranın şeyhi, mesnevî bilen Fânî idi. Şeydâyî ise onun köçeği idi. Şeydâyî külahını kaldırınca, Fânî ve Fenâyî beni götürdüler.)
Bu olaydan sonra Şâhidî, Vefâî geleneğinden ayrılıp Mevlevî olduğunu, Gülşen-i Esrar'ındaki şu beyitle dile getirir:
Vefâî bûdeem mevlâ'î geştem
Ki bîst u çâr sâle bûde ân-dem
Beyitten de anlaşılacağı üzere, Şâhidî, Mevlevî olduğunda 24 yaşındadır ve yıl da 1494'tür. Buradan, Muğla Mevlevî geleneğinin 1500'lü yıllarda yeniden bir açılım kazanmaya ve genişlemeye başladığı anlaşılmaktadır.
Şâhidî, Gülşen-i Esrar'ında anlattığına göre, daha sonra, Hz. Mevlana soyundan gelen Paşa Çelebi'ye mürid olur ve Paşa Çelebi'nin oğlu Emir Âdil'e hocalık eder. Bu arada Süleyman Şah'ın ikinci kuşak torunu olan Dîvâne Mehmed Çelebi'nin cezbesine kapılmıştır. Şahidî bunu Gülşen-i Esrar'ında ayrıntılı bir şekilde anlatır: “Muğla'da iken, bir gece, Muhammed Çelebi kendisine, 'Kalk Şâhidî, bize âşıksan beni bulmak istiyorsan, harâbâtî ol!' der. O da Baba Acem isimli bir âlimle yola koyulur. Önce Bursa'ya ve oradan da Kütahya'ya varırlar. Bu sırada Mehmed Çelebi, Paşa Çelebi'nin konuğudur. Emir Âdil, Şâhidî'nin geldiğini görünce, annesine 'Hocam geldi.' diye haber yollar. Şâhidî'nin oturacak olduğu halı, Mehmed Çelebi'nin yanına serilir. Şâhidî oda kapısında Mehmed Çelebi'yi görünce, kendinden geçerek ağlamaya başlar. Mehmed Çelebi, 'Gel, bu halıyı senin için serdiler!' dediğinde, onun yanına oturur. Herkes, 'Aziz, hoş geldin' dediği halde, kendisi heyecandan bir şey söyleyemez. Onunla yalnız kalmayı arzu ettiğini belirtir. Biraz sonra, mecliste bulunanlar gidince, yalnız kalırlar.”
Denizli, Afyonkarahisar ve Kütahya üzerinden Konya'daki Mevlevihane ile ilişki kuran Şâhidî, Dîvâne Mehmed Çelebi ve onun muhiti vasıtasıyla, Mevlevî birikimini Muğla Mevlevihanesine aktarmış ve burada Mevlevî birikimini ayrıca işlemiştir.
Şâhidî, tasavvufî-lirik şiirlerini bir araya getirdiği ve Mevlevilikle dolaylı olarak ilgili olan Divan'ından başka işe Tuhfe ile başlaması son derece isabetli ve pedagojik açıdan da tutarlı bir eğitim-öğretim yolu olmuştur. Çünkü Mevlevihanesinde okutacağı Mesnevî'nin anlaşılması ve etkili olması için, böyle bir sözlük gereklidir. Çocukluğunda okuduğu Tuhfe-i Hüsâmî'ye nazire olarak yazdığı eseri, Hüsâmî'den sonra durağanlaşan manzum sözlükçülük geleneğini tekrar dinamik hâle getirmiş, böylece Şâhidî'ye ve Muğla Mevleviliğine dünya çapında ün kazandırmıştır. Çünkü bu eser, hem şerh hem de tanzir edilerek etkisini 20. yüzyıla kadar sürdürmüştür.
Tuhfe-i Şâhidî, Muğla Mevlevi geleneğinin ilk derli toplu ve doğrudan Mevlevilikle ilgili ilk eser olmasıyla, yöre ve genel edebî kültür tarihinde dikkati çeker.
Mesnevi etütlerine bir sözlükle başlayan Şâhidî, gene Mevlevilikle ilgili olmak üzere ikinci eseri olan Gülşen-i Tevhid adlı Mesnevi şerhini h.937/m. 1530 yılında yazar. Yusuf-ı Sine-çâk'in Cezire-i Mesnevî adlı Mesnevî şerhi takip edilerek seçme beyitlerin şerhi anlayışıyla oluşturulan bu eserinde Şâhidî, Mesnevî'nin her cildinden seçtiği 100 beyti, beşer Farsça beyitle şerh etmiştir. Şâhidî'nin bu eserini 62 yaşında yazdığı anlaşılmaktadır. Yıllarca Mesnevî okutan ve şerh eden Şâhidî'nin, bunca yıllık birikimi ile böyle bir eser yazması, normaldir. Çünkü Mesnevî gibi bir esere şerh yazmak yılların birikimini gerektirmektedir.
Midhat Bahari Beytur'un 1967 yılında Türkçe'ye tercüme ederek yayımladığı bu eserinde Şâhidî, Gülşen-i Tevhid'ine, Mesnevi'nin, olay anlatan veya örnek getiren beyitlerini değil, anlam ve hikmet yoğunluğu olan beyitlerini alıp şerh etmiştir. Bu tavrıyla Şâhidî, Mesnevî'yi, Mesnevi'den sonraki 250-300 yıllık bir birikimle yorumlayıp yeniden üretmiştir. Meselâ, Mesnevî'nin 1426. beyti olan,
Sûfî ibnü'l-vakt başed der-misâl
Lîk sâfî, fâriğest ez-vakt ü hâl
“Sûfî, vaktin evlâdıdır sözü, bir misal olarak söylenir. Fakat sâfî olan sûfî vakitten de hâlden de geçmiştir” beytini, Şâhidî, 5 beyitle şöyle şerh etmiştir:
“Âgâh ol da, sen bu hâli iste: Mevlevî ol, abdal denilen velîlere âşık ol. Bu hâle âgâh olmak istiyorsan, çılgın bir âşık olan Şâhidî'ye gel. Ey sâdık dost! Eğer bana dost olursan, benim bu sırlarıma vâkıf olursun. Ben bu acayip hâli istemekteyim. Yalnız istemek değil, belki de bu çalışmamla, bu isteğimle o hâldeyim. Dilberin visâlini istiyorum, her isteyenlerden daha ziyâde istiyorum.” (Beytur, s.121)
Şâhidî'nin, doğrudan Mevlevî terimleriyle oluşturmadığı, ancak, tasavvufî remizlerle oluşturduğu eseri olan Gülşen-i Vahdet adlı kitabıyla da, genelde tasavvuf, özelde de Mevlevî birikimine katkıda olduğu görülür. Şâhidî, Türkçe olan bu eserini h. 943/m. 1536 yılında, 68 yaşındayken yazmıştır. Gülşen-i Vahdet, saç, yüz, sakal, ben, göz, baş ve ağız gibi insanın yüz unsurlarının kişileştirilerek yer aldığı 457 (Çıpan'a göre 491 beyit) beyitlik bir hikâyedir. Bu unsurların ilişkileri ve diyalogları sonucunda vahdet fikrine erişmeleriyle, Şâhidî tasavvufun vahdet-i vücut anlayışına katkıda bulunur. Eser, Feridüddin-i Attar'ın Mantıku't-Tayr ve Şebüsteri'nin Gülşen-i Raz adlı eserlerinden etkilenmiş olarak görülse de, kullanılan unsurlar, olay örgüsü ve işleme bakımından yerel ve orijinaldir. Şâhidî, Gülşen-i Tevhid adlı Mesnevî şerhinden sonra, birikimini orijinal bir şekilde yansıtacak olgunluğa eriştikten sonra böyle bir eser telif etmiştir, Bu kitap, Numan Külekçi tarafından 1996 yılında Ankara'da Akçağ Yayınlarınca yayımlanmıştır.
Ömrünün son demlerinde, hatıratını yazmak amacıyla Şâhidî'nin kaleme aldığı eseri ise, gerek kendisi ve gerekse Mevlevî şahsiyetlerle ilgili bilgiler ihtiva eden Gülşen-i Esrar adlı kitabıdır. Bu eser h. 951/ m. 1544 yılında, Farsça ve manzum olarak yazılmıştır. Muğla Mevlevîliğinin gelişim ve açılım tarihi açısından çok önemli olan bu eserini yazdığında Şâhidî 76 yaşındadır ve 6 yıl sonra 1550 yılında 82 yaşında Hakk'a yürüyecektir.
Kilk-i sıhhat ile bunu yazdı Hüsam bin Şâhidî
Okuyan tahsil-i fürs idüp murādına ire
Didiler gökde melāik şevk ile tarih ile
Şâhidî-zâde Hüsāmį yadigārını göre
Şâhidî'nin diğer oğlu olan Şuhûdî ise, babası ölünce 40 yılı aşkın Mevlevihâne'de şeyhlik yapmış ve h. 1000/m.1591de Muğla'da vefat etmiştir.
1262 yılında Türk siyasî nüfuzunun etkin olarak görüldüğü Muğla yöresinde, Mevlevî geleneğinin bilinen ilk ismi H. 885/ M. 1480 yılında 90 yaşlarında vefat eden Sâlih Hüdayî Dede'dir. Sâlih Hüdâyî Dede, ilk tahsilini Emir Sultan'ın kız kardeşinin oğlu olup Muğla'ya yerleşen Seyyid Kemâleddin'den almış, daha sonra Mevleviliğe intisab ederek muhtemelen 1450'li yıllarda, Fatih Sultan Mehmed'in inâyetiyle Muğla Mevlevihanesi'ni kurmuş ve burada Mesnevi okutmuştur. Buna göre, Muğla Mevlevihanesi, İstanbul Galata Mevlevihanesi (tesisi 1491)'nden de önce Anadolu'da ilk tesis olunan dergâhlardan birisidir.
Muğla Mevlevihanesi kurucusu olarak görülebilecek olan Hüdâyî Dede, 1480 yılında vefat edince, dergâh haziresinde medfun bulunan Seyyid Kemâleddin'in ayak ucuna defnedilmiştir. Kabri, hâlâ ziyâretçilere açıktır.
Şâhidî'den önce Muğla Mevlevî geleneği ile ilgili fazla bir bilgi ve belge bulunmamaktadır. Fakat babası Hüdâyî Dede'nin Mesnevi okuttuğu ve oğluna Farsça öğrettiği; Şâhidî'nin tefsir okuyup feyz aldığı ve Vakıf köyü imamının Mevlevî Fenâyî olduğu bilgilerinden hareketle, bu sûfî geleneğinin, Şâhidî'den önce de yörede mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Muğla Mevlevî geleneğinin en önemli ismi, Salih Hüdâyî Dede'nin oğlu Şâhidî'dir ve bu dergah, asıl ününü Şâhidî ile kazanmıştır.
Hayatı ve Mevleviliğe İntisabı
Muğla Mevlevihanesi'ne ve “Muğla” adına ün kazandıran Şâhidî, H. 873/ M. 1468 yılında doğmuştur. İlk tahsilini babasından alan Şâhidî'nin adı İbrahim'dir. Edebiyat tarihlerinde, “Muğlalı Şâhidî” veya “İbrahim Şâhidî” olarak zikredilen Şâhidî, Tuhfe-i Şâhidî adlı eserinde,Gedâyem Şâhidî-i Mevlevîyem
Diyâr-ı Menteşe'de Muğlevîyem
diyerek memleketi hakkında en açık bilgiyi verir.
Şâhidî, Babasının Hüdayî olduğunu, Divan'ındaki,
Şâhidiyem Mevlevî-i ârifem gelsün bana
İsteyen sırr-ı Hudâyı ben Hüdâyî-zâdeyem
beytinde de açıkça ifâde eder.
Başta Farsça tedrisi olmak üzere ilk tahsilini babasından alan Şâhidî, 18 yaşına gelince İstanbul'da Fatih Medresesi'ne, daha sonra da Bursa'da Yıldırım Han Medresesine devam eden Şâhidî'nin, bu medresede yaşayıp yıllar sonra 76 yaşındayken 1544 yılında yazdığı Gülşen-i Esrar adlı eserinde anlattığı şu olay, onu tasavvufa yönlendirir:
“Bir gün, Seyyid Hüseynî'nin Kenzü'r-Rümûz'unu okurken, bir softa ona, 'Bu nedir?' diye sorar. O da eser için, 'Dünyayı terk etmeyi, dünya nimetlerine ehemmiyet vermemeyi telkin ediyor.' der. Bunun üzerine softanın, 'Bu kadar zahmetten sonra, demek dünyayı terk edeceğim ha! Bana mevki, mal, mülk, evlat gerek' demesi, Şâhidî'ye çok dokunur. Zavallı softa da onun yanından ayrılıp, odasına geçince, vebaya yakalanarak ölür. Bu olay, Şâhidî için dönüm noktası olur; öğrenimini tamamlamadan Muğla'ya döner ve annesine, artık medresede okumayacağını, derviş olmak istediğini söyler. Bu sırada Muğla'da iki şeyh vardır. Bunlardan Şeyh Vefâ'nın halifesi olan Şeyh Hayreddin'in ne şeyhlikle ve ne de dervişlikle ilgisi vardı. Tekkesi bile yoktur. Oysa, Şeyh Bedreddin, tekke sahibidir ve şehzādelerle beylerin saygısına mazhar olmuştur. Şâhidî annesinin de isteğine uyarak, Vefâî şeyhi Bedreddin'e bağlanır, ondan tefsir okur.”
Şâhidî'nin anlattığı bu olay, onu tasavvufa yönlendirirken, gene Gülşen-i Esrar'ında anlattığı ikinci bir olay, Şâhidî'nin Mevleviliğe intisabını ve dolayısıyla Muğla Mevleviliğinin gelişip genişlemesi açısından önemlidir. Kendi ifadesine göre, Şâhidî'yi Mevleviliğe yönlendiren olay şöyle gelişmiştir: “Şâhidî'nin, köy köy dolaştığı zamanlarda, Kozluk köyünde, bir Cuma günü abdest alırken, garip bir hale düşer, kendinden geçer. Orada bulunan bir meczup kendisine, 'Abdest alırken göğe bakmadın mı? Bütün melekler başının üstündeydi” der. Bu söz, Şâhidî'yi çok etkiler. Cuma namazından sonra, minbere çıkıp vaaza başlar. Vaazı bitirip kürsüden inerken, herkes elini öpmeye koşar. Bu arada, dinleyiciler arasında bulunan bir Mevlevî dervişi, 'Sende bu kadar bilgi varken, neden başında Mevlevî külâhı yok?' der. Şâhidî de, 'Bir pir bulsam, derhal Mevlevî külâhı giyerim” cevabını verir. Böylece, bu dervişle birlikte, Vakıf adlı köyde imamlık yapan ve Fenâyî (ö. h. 925/m. 1519) mahlasını kullanan Mevlevî dervişiyle beraber, Lazkiye (Denizli)'deki Mevlevi şeyhi Fânî Dede (ö. h. 910/m.1504)'ye giderler. Şâhidî, Fânî Dede'nin huzuruna varışını Gülşen-i Esrar'ında şöyle anlatır.
Resîdem ân şeb ân-câ çün Süreyyâ
Meğer yek Mevlenihâne bûd ân-câ
Ki Fânî bud şeyheş Mesnevî-dân
Ki Şeydâyî bûdestî kûçek-i ân
Çü ber-mî-dâşt Şeydâyî külâhî
Me-râ bordend Fânî vü Fenâyî
(O gece, oraya Süreyya yıldızı gibi vardım. Meğer orası bir Mevlevihane idi. Ki oranın şeyhi, mesnevî bilen Fânî idi. Şeydâyî ise onun köçeği idi. Şeydâyî külahını kaldırınca, Fânî ve Fenâyî beni götürdüler.)
Bu olaydan sonra Şâhidî, Vefâî geleneğinden ayrılıp Mevlevî olduğunu, Gülşen-i Esrar'ındaki şu beyitle dile getirir:
Vefâî bûdeem mevlâ'î geştem
Ki bîst u çâr sâle bûde ân-dem
Beyitten de anlaşılacağı üzere, Şâhidî, Mevlevî olduğunda 24 yaşındadır ve yıl da 1494'tür. Buradan, Muğla Mevlevî geleneğinin 1500'lü yıllarda yeniden bir açılım kazanmaya ve genişlemeye başladığı anlaşılmaktadır.
Şâhidî, Gülşen-i Esrar'ında anlattığına göre, daha sonra, Hz. Mevlana soyundan gelen Paşa Çelebi'ye mürid olur ve Paşa Çelebi'nin oğlu Emir Âdil'e hocalık eder. Bu arada Süleyman Şah'ın ikinci kuşak torunu olan Dîvâne Mehmed Çelebi'nin cezbesine kapılmıştır. Şahidî bunu Gülşen-i Esrar'ında ayrıntılı bir şekilde anlatır: “Muğla'da iken, bir gece, Muhammed Çelebi kendisine, 'Kalk Şâhidî, bize âşıksan beni bulmak istiyorsan, harâbâtî ol!' der. O da Baba Acem isimli bir âlimle yola koyulur. Önce Bursa'ya ve oradan da Kütahya'ya varırlar. Bu sırada Mehmed Çelebi, Paşa Çelebi'nin konuğudur. Emir Âdil, Şâhidî'nin geldiğini görünce, annesine 'Hocam geldi.' diye haber yollar. Şâhidî'nin oturacak olduğu halı, Mehmed Çelebi'nin yanına serilir. Şâhidî oda kapısında Mehmed Çelebi'yi görünce, kendinden geçerek ağlamaya başlar. Mehmed Çelebi, 'Gel, bu halıyı senin için serdiler!' dediğinde, onun yanına oturur. Herkes, 'Aziz, hoş geldin' dediği halde, kendisi heyecandan bir şey söyleyemez. Onunla yalnız kalmayı arzu ettiğini belirtir. Biraz sonra, mecliste bulunanlar gidince, yalnız kalırlar.”
Denizli, Afyonkarahisar ve Kütahya üzerinden Konya'daki Mevlevihane ile ilişki kuran Şâhidî, Dîvâne Mehmed Çelebi ve onun muhiti vasıtasıyla, Mevlevî birikimini Muğla Mevlevihanesine aktarmış ve burada Mevlevî birikimini ayrıca işlemiştir.
Eserleriyle Mevleviliğe Katkıları
İlk heyecanlarını Divan'ındaki şiirlerine yansıttığı tahmin edilen Şâhidî'nin ilk doğrudan Mevlevî eseri, h. 921/h. 1515 yılında yazdığı Tuhfe-i Şâhidî adlı Farsça-Türkçe manzum sözlüğüdür. Şâhidî'nin bu eseri, Mesnevî'nin anlaşılmasına yardımcı olmak üzere yazılan bir sözlüktür. Ezberlenmeye müsait olmak üzere manzum olarak yazılan bu eserde 1400 Farsça kelimenin daha çok Türkçe, az da olsa bazılarının da Arapça karşılığı verilmiştir.Şâhidî, tasavvufî-lirik şiirlerini bir araya getirdiği ve Mevlevilikle dolaylı olarak ilgili olan Divan'ından başka işe Tuhfe ile başlaması son derece isabetli ve pedagojik açıdan da tutarlı bir eğitim-öğretim yolu olmuştur. Çünkü Mevlevihanesinde okutacağı Mesnevî'nin anlaşılması ve etkili olması için, böyle bir sözlük gereklidir. Çocukluğunda okuduğu Tuhfe-i Hüsâmî'ye nazire olarak yazdığı eseri, Hüsâmî'den sonra durağanlaşan manzum sözlükçülük geleneğini tekrar dinamik hâle getirmiş, böylece Şâhidî'ye ve Muğla Mevleviliğine dünya çapında ün kazandırmıştır. Çünkü bu eser, hem şerh hem de tanzir edilerek etkisini 20. yüzyıla kadar sürdürmüştür.
Tuhfe-i Şâhidî, Muğla Mevlevi geleneğinin ilk derli toplu ve doğrudan Mevlevilikle ilgili ilk eser olmasıyla, yöre ve genel edebî kültür tarihinde dikkati çeker.
Mesnevi etütlerine bir sözlükle başlayan Şâhidî, gene Mevlevilikle ilgili olmak üzere ikinci eseri olan Gülşen-i Tevhid adlı Mesnevi şerhini h.937/m. 1530 yılında yazar. Yusuf-ı Sine-çâk'in Cezire-i Mesnevî adlı Mesnevî şerhi takip edilerek seçme beyitlerin şerhi anlayışıyla oluşturulan bu eserinde Şâhidî, Mesnevî'nin her cildinden seçtiği 100 beyti, beşer Farsça beyitle şerh etmiştir. Şâhidî'nin bu eserini 62 yaşında yazdığı anlaşılmaktadır. Yıllarca Mesnevî okutan ve şerh eden Şâhidî'nin, bunca yıllık birikimi ile böyle bir eser yazması, normaldir. Çünkü Mesnevî gibi bir esere şerh yazmak yılların birikimini gerektirmektedir.
Midhat Bahari Beytur'un 1967 yılında Türkçe'ye tercüme ederek yayımladığı bu eserinde Şâhidî, Gülşen-i Tevhid'ine, Mesnevi'nin, olay anlatan veya örnek getiren beyitlerini değil, anlam ve hikmet yoğunluğu olan beyitlerini alıp şerh etmiştir. Bu tavrıyla Şâhidî, Mesnevî'yi, Mesnevi'den sonraki 250-300 yıllık bir birikimle yorumlayıp yeniden üretmiştir. Meselâ, Mesnevî'nin 1426. beyti olan,
Sûfî ibnü'l-vakt başed der-misâl
Lîk sâfî, fâriğest ez-vakt ü hâl
“Sûfî, vaktin evlâdıdır sözü, bir misal olarak söylenir. Fakat sâfî olan sûfî vakitten de hâlden de geçmiştir” beytini, Şâhidî, 5 beyitle şöyle şerh etmiştir:
“Âgâh ol da, sen bu hâli iste: Mevlevî ol, abdal denilen velîlere âşık ol. Bu hâle âgâh olmak istiyorsan, çılgın bir âşık olan Şâhidî'ye gel. Ey sâdık dost! Eğer bana dost olursan, benim bu sırlarıma vâkıf olursun. Ben bu acayip hâli istemekteyim. Yalnız istemek değil, belki de bu çalışmamla, bu isteğimle o hâldeyim. Dilberin visâlini istiyorum, her isteyenlerden daha ziyâde istiyorum.” (Beytur, s.121)
Şâhidî'nin, doğrudan Mevlevî terimleriyle oluşturmadığı, ancak, tasavvufî remizlerle oluşturduğu eseri olan Gülşen-i Vahdet adlı kitabıyla da, genelde tasavvuf, özelde de Mevlevî birikimine katkıda olduğu görülür. Şâhidî, Türkçe olan bu eserini h. 943/m. 1536 yılında, 68 yaşındayken yazmıştır. Gülşen-i Vahdet, saç, yüz, sakal, ben, göz, baş ve ağız gibi insanın yüz unsurlarının kişileştirilerek yer aldığı 457 (Çıpan'a göre 491 beyit) beyitlik bir hikâyedir. Bu unsurların ilişkileri ve diyalogları sonucunda vahdet fikrine erişmeleriyle, Şâhidî tasavvufun vahdet-i vücut anlayışına katkıda bulunur. Eser, Feridüddin-i Attar'ın Mantıku't-Tayr ve Şebüsteri'nin Gülşen-i Raz adlı eserlerinden etkilenmiş olarak görülse de, kullanılan unsurlar, olay örgüsü ve işleme bakımından yerel ve orijinaldir. Şâhidî, Gülşen-i Tevhid adlı Mesnevî şerhinden sonra, birikimini orijinal bir şekilde yansıtacak olgunluğa eriştikten sonra böyle bir eser telif etmiştir, Bu kitap, Numan Külekçi tarafından 1996 yılında Ankara'da Akçağ Yayınlarınca yayımlanmıştır.
Ömrünün son demlerinde, hatıratını yazmak amacıyla Şâhidî'nin kaleme aldığı eseri ise, gerek kendisi ve gerekse Mevlevî şahsiyetlerle ilgili bilgiler ihtiva eden Gülşen-i Esrar adlı kitabıdır. Bu eser h. 951/ m. 1544 yılında, Farsça ve manzum olarak yazılmıştır. Muğla Mevlevîliğinin gelişim ve açılım tarihi açısından çok önemli olan bu eserini yazdığında Şâhidî 76 yaşındadır ve 6 yıl sonra 1550 yılında 82 yaşında Hakk'a yürüyecektir.
Ailesi ve Çocukları
Kaynaklarda, onun iki çocuğundan söz edilmekte, bunlardan bir tanesi olan Hüsameddin Efendi, h. 993/m. 1585'de yazdığı Farsça kuralları içeren Tuhfe-i Hüsami adlı risalesinde şöyle diyor:Kilk-i sıhhat ile bunu yazdı Hüsam bin Şâhidî
Okuyan tahsil-i fürs idüp murādına ire
Didiler gökde melāik şevk ile tarih ile
Şâhidî-zâde Hüsāmį yadigārını göre
Şâhidî'nin diğer oğlu olan Şuhûdî ise, babası ölünce 40 yılı aşkın Mevlevihâne'de şeyhlik yapmış ve h. 1000/m.1591de Muğla'da vefat etmiştir.
10 Ekim 2019 Perşembe
Muğla Vilayet Binası ve Valilik Konağı
Asar ve Kızıldağ eteklerinden, güneyde Kurşunlu Cami'nin sınır çizdiği bir alanda yerleşik bulunan şehir, Cumhuriyetle birlikte ovaya doğru yayılmaya başlamıştır. Yeni kurulan rejim devletin gücünü göstermek için gösterişli devlet binaları yapımına başlamış, ilk olarak da yeni kurulan meydanın etrafına modern yapılar yaparak yerleşimi buraya kaydırmaya başlamıştır.
Bu dönemde kurulan vilayet binası 1937-1947 yılları arasında inşa edilen tipik Cumhuriyet dönemi yapılarındandır. Nafıa müdürlüğünden Sait Bilginer zamanında yapımına başlanmış, ancak 2. Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine on yıllık bir gecikmeden sonra tamamlanabilmiştir.
Halkevi binası ise 1939 yılında yine zamanının Nafıa (Bayındırlık) Müdürlüğünden Sait Bilginer tarafından inşa ettirilmiştir. Tipik cumhuriyet dönemi yapılarından olup, çok geniş bir alana oturmuştur. Hükümet Konağı gibi meydanın dairesel formunu takip eden hafif yay şeklinde dikdörtgen planlı, zemin +1 kat olarak inşa edilmiştir. Giriş ortada ve taş merdivenlidir. Arka cephe
ön cephe ile simetri oluşturur. 1960’larda Yatılı Öğretmen Okulu olması ile birlikte 3. kat ilave edilmiş, giriş aksındaki açık kolonadlı kısım ve 1. kat cephesindeki yarı açık mekân boşlukları kapatılarak, kullanılır kapalı mekân haline getirilmiştir. Halkevi yapıldıktan sonra Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Muğla’ya davet edilmiştir. Gazi daveti kabul edip yola çıktığında Türk karasularına silah yüklü bir İtalyan gemisinin girmesiyle programı değişti ve Muğla seyahatini iptal etti.
Bu dönemde kurulan vilayet binası 1937-1947 yılları arasında inşa edilen tipik Cumhuriyet dönemi yapılarındandır. Nafıa müdürlüğünden Sait Bilginer zamanında yapımına başlanmış, ancak 2. Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine on yıllık bir gecikmeden sonra tamamlanabilmiştir.
Halkevi binası ise 1939 yılında yine zamanının Nafıa (Bayındırlık) Müdürlüğünden Sait Bilginer tarafından inşa ettirilmiştir. Tipik cumhuriyet dönemi yapılarından olup, çok geniş bir alana oturmuştur. Hükümet Konağı gibi meydanın dairesel formunu takip eden hafif yay şeklinde dikdörtgen planlı, zemin +1 kat olarak inşa edilmiştir. Giriş ortada ve taş merdivenlidir. Arka cephe
ön cephe ile simetri oluşturur. 1960’larda Yatılı Öğretmen Okulu olması ile birlikte 3. kat ilave edilmiş, giriş aksındaki açık kolonadlı kısım ve 1. kat cephesindeki yarı açık mekân boşlukları kapatılarak, kullanılır kapalı mekân haline getirilmiştir. Halkevi yapıldıktan sonra Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Muğla’ya davet edilmiştir. Gazi daveti kabul edip yola çıktığında Türk karasularına silah yüklü bir İtalyan gemisinin girmesiyle programı değişti ve Muğla seyahatini iptal etti.
7 Ekim 2019 Pazartesi
Muğla ile ilgili kitaplar
Muğla Tarihi, Zekai Eroğlu (1939)
Menteşe Beyliği, Paul Wıttek (1944)
Muğla Tarihi, K. Ekrem Uykucu (1968)
İlçeleriyle Birlikte Muğla Tarihi, Ekrem Uykucu (1983)
Yaşayan Muğla, Oktay Ekinci (1985)
Muğla Evi, Ertuğrul Aladağ (1991)
Sekene, Ertuğrul Aladağ (1997)
Maria, Ertuğrul Aladağ (1999)
Muğla Menteşe Büyükleri, Ali Rıza Hakses (1999)
1908, Ertuğrul Aladağ (2000)
Tarih İçinde Muğla, İlhan Tekeli (2006)
Muğla'da Güz Baharı, Tülay Kayar, (2008)
Şahidi ve Muğla'da Mevlevilik, Namık Açıkgöz (2008)
Filvari Usta, Ertuğrul Aladağ (2016)
Kentimin Öyküsü, Ertuğrul Aladağ (2018)
Menteşe'deki Muğla, M. Ali Köseoğlu (2019)
Muğla Cami ve Mescitleri, Şakir Çakmak (ts.)
Menteşe Beyliği, Paul Wıttek (1944)
Muğla Tarihi, K. Ekrem Uykucu (1968)
İlçeleriyle Birlikte Muğla Tarihi, Ekrem Uykucu (1983)
Yaşayan Muğla, Oktay Ekinci (1985)
Muğla Evi, Ertuğrul Aladağ (1991)
Sekene, Ertuğrul Aladağ (1997)
Maria, Ertuğrul Aladağ (1999)
Muğla Menteşe Büyükleri, Ali Rıza Hakses (1999)
1908, Ertuğrul Aladağ (2000)
Tarih İçinde Muğla, İlhan Tekeli (2006)
Muğla'da Güz Baharı, Tülay Kayar, (2008)
Şahidi ve Muğla'da Mevlevilik, Namık Açıkgöz (2008)
Filvari Usta, Ertuğrul Aladağ (2016)
Kentimin Öyküsü, Ertuğrul Aladağ (2018)
Menteşe'deki Muğla, M. Ali Köseoğlu (2019)
Muğla Cami ve Mescitleri, Şakir Çakmak (ts.)
Muğla hakkındaki tezler
*1522-1532 Tarihlerinde Menteşe Bölgesi Yörükleri, Behset Karaca
*Hoca Ahmet Yesevî Tesirindeki Muğla Erenleri, M. Naci Önal
Şahidi ile ilgili kitaplar ve makaleler
*Muğlalı İbrahim Şâhidî, Mustafa Çıpan
*Şahidi ve Muğla'da Mevlevilik, Namık Açıkgöz (2008)
*Şahidi ve Muğla'da Mevlevilik, Namık Açıkgöz (2008)
22 Eylül 2019 Pazar
Muğla'nın Bahçeleri
Tülay Kayar'ın ''Muğla'da Güz Baharı'' adlı eserinden ''Muğla'nın Bahçeleri'' bölümü:
Kozağaç köyünden çıkan soğuk su, Muğla'nın dört bir yanına yayılmış bahçelerine kollarını uzatır, kendisine yatak olmuş arıklardan aceleyle akardı. Akardı ki, hayat vereceği toprağa bir an önce ulaşsın, toprak canına can katsın.
'Vesaitler yoktu o zamanlar' diye anlatıyor babam. 'Çine'den biber, Ödemiş'ten patates gelmezdi, gelemezdi. Muğla'da büyük bahçeler vardı, en küçüğü on dönümden fazla olan bahçeler'. Bugün bazı mevkilerin halen daha eski işlevleriyle anıldığını anımsadım. Celalli Bahçesi, Ağa Bahçesi gibi.
Muğla'nın bahçelerini yazarken, insanların kafalarında beliren soru işaretlerini görür gibi oluyorum, 'Muğla'da bahçe var mı?' diye. Hayır, şimdi yok, ama bir zamanlar vardı. O dönemleri anımsayanlar, Muğla'nın bahçelerini şöyle anlattılar:
'Muslihittin Mahallesi'nin, apartman katlarıyla dolu mevkilerinin bir kısmında 'Hacı Hamdi'ler Bahçesi, Adile Bahçesi ve Gadıoglu Bahçesi' bulunurdu. Bugünkü Grand Brothers Oteli'nin alt kısımlarında yaşamış olan bu bahçeler, yan yana diziliyorlardı. Genelde sahibinin adıyla anılırlardı. Hacı Hamdiler Bahçesi, Hacı Hamdi'ye aitti. Adile Bahçesi, Mustafa Efendi'nindi. Trafik Bölge Müdürlüğü'nün karşısında bulunan, gene kooperatif evlerinin sivrilmekte olduğu arazinin alt kısımları Gabaklı'nın Bahçesi'ydi. Eski sanayinin üst kısımlarındaki, Sağır Osman'ların arazisi Celalli Bahçesi'ydi.' Bugün o mevki gene Celalli Bahçesi diye anılıyor. Emir Beyazıt Mahallesi'nde bulunan Orman Bölge Müdürlüğü'nün arkalarından başlayan bahçeye Muratlar Bahçesi deniliyor.
Bahçecilik biraz önce söylediğim gibi bir sektörmüş adeta. En küçüğü on dönümden başlayan bahçeler kimi zaman 40-50 dönümlere kadar çıkabilirmiş. Bazı bahçeler sahipleri tarafından işletilir kimileri de kiralanırmış. Kentin sebze, meyve gereksinimleri bütünüyle bu bahçelerden karşılanırmış.
Boklu Bahçe de bunlardan biri. Bugün Koca Mustafa Efendi İlköğretim Okulu'nun yanındaki arazi Şerif Aga'nınmış. Daha sonra bu yer mirasçısı Abide Hanım'a geçmiş. En son bahçıvanı Osman Koçer'miş. Gülağzı'nda oturan Osman Koçer, çifti çubuguyla burada bahçıvanlık yaparmış. 'Gecesi gündüzü olmayan bir iştir bahçecilik' diye anlatıyorlar. Sonra da parsellenerek satılmış bu yerler. Bugünkü durumu apartmanlar, yıkıntılar v.s.
Değirmen Deresi'nin üst kısmına 'Yukarı Bahçe' yapılmış. Asar'la Kızıldağ'ın arasında da 'Dere Bahçesi' bulunuyormuş.
Belediye Binası'nın arka kısımları 'Ağa Bahçesi' imiş önceleri. Cambazlar Ağa Bahçesinde oynarmış. Bir de Kasapoğlu Bahçesi var ama yerini öğrenemedim.
Gene buna benzer yerini öğrenip ismini öğrenemediğim bahçeler de var. Örneğin Sekibaşı Camii'nin yan tarafları ile Nazmi-Zehra lyibilir ilköğretim Okulu'nun bulunduğu arazi önceleri bahçeymiş.
Kürkütçü Bahçesi, eski garaj ile Çocuk Yetiştirme Yurdu arasında uzayan geniş alanda yaşamış. Şimdi oradaki bir caddenin adında yaşıyor.
Muğla Bahçeleri genellikle kişilere aitmiş. Bunların yanında bir de 'Kel İhramlar Bahçesi' var ki, o bahçe vakıf arazisi üzerine yapılmış. İcarcısı (kiracısı) Hacı İbrahim Oğluymuş. Hacı İbrahim Oğlu bahçe gelirlerini, Zemzem Kuyusunda tuluk ve urgan yapılmak üzere Mekke-i Mükerrem'e gönderirmiş. Tuluk, Zemzem Kuyusundan su çekmeye yarayan, dana derisinden yapılmış, bir bakraç türü.
Önceleri Çetibeli köyünde değirmencilikle uğraşan bir ailenin Stella ismindeki kızıydı o. Yusuf isminde bir yörük delikanlısına vuruldu. Onunla evlenip, oradaki papazın ve ailesinin ısrarla karşı çıkmalarına rağmen Müslüman oldu. Yusuf askere gitti ve geri dönmedi. Şehit olmuştu. Dudu hayatının bu bölümünde Abdürrahim isminde biriyle evlendi. Abdürrahim Dudu'yu üzdü. Dudu mertti, Stella'yken başlayan hikayesi Dudu Ana olarak bitti. Çünkü Muğlalılar onu 'analık' unvanına layık buldular. Erkek gibi de kadındı, çiğ işleri sevmezdi. Abdürrahim'i boşadı ve hatta onu bir güzel de dövdü.
Hayatının geri kalanında çocuklarına hem ana hem baba olmak zorundaydı artık. Hacı Hamzaların bahçesinde ortakçı olarak çalışmaya başladı. Çalışkandı. Bir hafta boyunca ürettiklerini perşembe pazarında satar ve hasılatı bahçe sahipleriyle paylaşırdı. Bu süreç içinde birkaç inek edindi, sonra da 35.000 liraya o bahçeyi satın aldı. Ve bu şehrin bahçe malzemesi ile süt, yoğurt ihtiyacının önemli bir kısmını üretmeye başladı.
O artık 'Dudu Ana'dır. Tam bir müslüman olarak ibadetini yapmakta, orucunu tutmaktadır.
Evlatlarına öyle kol kanat olmuştur ki, bir keresinde oğluna kumar oynatıyorlar diye bir kahveyi bile basmıştır. Sadece kendi evlatlarına değil etrafındaki insanlara da analık yapar. Mahalle aralarındaki parasız insanları tespit ettirip onlara süt yoğurt dağıtır.
Torunu sevgili Ali Rıza Yıldırım, babaannesini anlatırken; 'Mal canlısıydı o' diyor, 'İneği hastalandığında ona bakar, ölümünü bekler' öldüğünde de onu gömer, yasını tutardı, hatta inek sağarken yanından hiç kimseyi geçirttirmez, nazardan korkardı.'
Son zamanlarda gözleri görmez olmuş Dudu Ana'nın. Öyleyken bastonuna dayanır, bahçesinde bir sandalyede otururmuş. Belki de bahçesinin sesini dinliyordu kim bilir...
Evet, önceleri motorlu taşıma araçları yokmuş. Bu nedenle de dışarıdan sebze gelmezmiş Muğla'ya. İçeride üretilirmiş. Kozağaç köyünden gelen su, bu bahçeleri sulamaya yetermiş. Kozağaç suyu kesildikten sonra da bahçecilik kalmamış. Muğla'nın sebze ihtiyacı, Gülağzı ve Doğanköy köylerinden karşılanır olmuş. 'Ondan sonra da vesaitler yetişti' diyor babam. 'Sebzeler Çine'den gelmeye başladı'.
Böyle olunca da bahçelerin yerleri önce boş arazilere dönüştü, sonra da parsellenip satıldı. Özellikle kooperatif evleri bu araziler üzerine kuruluyor.
Bir zamanlar biber patlıcan yetişen bu yerlerde şimdilerde apartmanlar yetişiyor. Balkonlarında bile yeşili olmayan...
Muğla'nın bahçelerini yazarken, insanların kafalarında beliren soru işaretlerini görür gibi oluyorum, 'Muğla'da bahçe var mı?' diye. Hayır, şimdi yok, ama bir zamanlar vardı. O dönemleri anımsayanlar, Muğla'nın bahçelerini şöyle anlattılar:
'Muslihittin Mahallesi'nin, apartman katlarıyla dolu mevkilerinin bir kısmında 'Hacı Hamdi'ler Bahçesi, Adile Bahçesi ve Gadıoglu Bahçesi' bulunurdu. Bugünkü Grand Brothers Oteli'nin alt kısımlarında yaşamış olan bu bahçeler, yan yana diziliyorlardı. Genelde sahibinin adıyla anılırlardı. Hacı Hamdiler Bahçesi, Hacı Hamdi'ye aitti. Adile Bahçesi, Mustafa Efendi'nindi. Trafik Bölge Müdürlüğü'nün karşısında bulunan, gene kooperatif evlerinin sivrilmekte olduğu arazinin alt kısımları Gabaklı'nın Bahçesi'ydi. Eski sanayinin üst kısımlarındaki, Sağır Osman'ların arazisi Celalli Bahçesi'ydi.' Bugün o mevki gene Celalli Bahçesi diye anılıyor. Emir Beyazıt Mahallesi'nde bulunan Orman Bölge Müdürlüğü'nün arkalarından başlayan bahçeye Muratlar Bahçesi deniliyor.
Bahçecilik biraz önce söylediğim gibi bir sektörmüş adeta. En küçüğü on dönümden başlayan bahçeler kimi zaman 40-50 dönümlere kadar çıkabilirmiş. Bazı bahçeler sahipleri tarafından işletilir kimileri de kiralanırmış. Kentin sebze, meyve gereksinimleri bütünüyle bu bahçelerden karşılanırmış.
Boklu Bahçe de bunlardan biri. Bugün Koca Mustafa Efendi İlköğretim Okulu'nun yanındaki arazi Şerif Aga'nınmış. Daha sonra bu yer mirasçısı Abide Hanım'a geçmiş. En son bahçıvanı Osman Koçer'miş. Gülağzı'nda oturan Osman Koçer, çifti çubuguyla burada bahçıvanlık yaparmış. 'Gecesi gündüzü olmayan bir iştir bahçecilik' diye anlatıyorlar. Sonra da parsellenerek satılmış bu yerler. Bugünkü durumu apartmanlar, yıkıntılar v.s.
Değirmen Deresi'nin üst kısmına 'Yukarı Bahçe' yapılmış. Asar'la Kızıldağ'ın arasında da 'Dere Bahçesi' bulunuyormuş.
Belediye Binası'nın arka kısımları 'Ağa Bahçesi' imiş önceleri. Cambazlar Ağa Bahçesinde oynarmış. Bir de Kasapoğlu Bahçesi var ama yerini öğrenemedim.
Gene buna benzer yerini öğrenip ismini öğrenemediğim bahçeler de var. Örneğin Sekibaşı Camii'nin yan tarafları ile Nazmi-Zehra lyibilir ilköğretim Okulu'nun bulunduğu arazi önceleri bahçeymiş.
Kürkütçü Bahçesi, eski garaj ile Çocuk Yetiştirme Yurdu arasında uzayan geniş alanda yaşamış. Şimdi oradaki bir caddenin adında yaşıyor.
Muğla Bahçeleri genellikle kişilere aitmiş. Bunların yanında bir de 'Kel İhramlar Bahçesi' var ki, o bahçe vakıf arazisi üzerine yapılmış. İcarcısı (kiracısı) Hacı İbrahim Oğluymuş. Hacı İbrahim Oğlu bahçe gelirlerini, Zemzem Kuyusunda tuluk ve urgan yapılmak üzere Mekke-i Mükerrem'e gönderirmiş. Tuluk, Zemzem Kuyusundan su çekmeye yarayan, dana derisinden yapılmış, bir bakraç türü.
Dudu bahçesi ve Dönme Dudu
Saburhane'nin öbür tarafı diye tarif edilen yerde 'Dudu Bahçesi' vardı bir zamanlar. Ve Dudu. Muğlalılar onu 'Dönme Dudu' diye tanıdılar, hep öyle bildiler. Evlatlarına da 'Cavuroğlu' dediler.Önceleri Çetibeli köyünde değirmencilikle uğraşan bir ailenin Stella ismindeki kızıydı o. Yusuf isminde bir yörük delikanlısına vuruldu. Onunla evlenip, oradaki papazın ve ailesinin ısrarla karşı çıkmalarına rağmen Müslüman oldu. Yusuf askere gitti ve geri dönmedi. Şehit olmuştu. Dudu hayatının bu bölümünde Abdürrahim isminde biriyle evlendi. Abdürrahim Dudu'yu üzdü. Dudu mertti, Stella'yken başlayan hikayesi Dudu Ana olarak bitti. Çünkü Muğlalılar onu 'analık' unvanına layık buldular. Erkek gibi de kadındı, çiğ işleri sevmezdi. Abdürrahim'i boşadı ve hatta onu bir güzel de dövdü.
Hayatının geri kalanında çocuklarına hem ana hem baba olmak zorundaydı artık. Hacı Hamzaların bahçesinde ortakçı olarak çalışmaya başladı. Çalışkandı. Bir hafta boyunca ürettiklerini perşembe pazarında satar ve hasılatı bahçe sahipleriyle paylaşırdı. Bu süreç içinde birkaç inek edindi, sonra da 35.000 liraya o bahçeyi satın aldı. Ve bu şehrin bahçe malzemesi ile süt, yoğurt ihtiyacının önemli bir kısmını üretmeye başladı.
O artık 'Dudu Ana'dır. Tam bir müslüman olarak ibadetini yapmakta, orucunu tutmaktadır.
Evlatlarına öyle kol kanat olmuştur ki, bir keresinde oğluna kumar oynatıyorlar diye bir kahveyi bile basmıştır. Sadece kendi evlatlarına değil etrafındaki insanlara da analık yapar. Mahalle aralarındaki parasız insanları tespit ettirip onlara süt yoğurt dağıtır.
Torunu sevgili Ali Rıza Yıldırım, babaannesini anlatırken; 'Mal canlısıydı o' diyor, 'İneği hastalandığında ona bakar, ölümünü bekler' öldüğünde de onu gömer, yasını tutardı, hatta inek sağarken yanından hiç kimseyi geçirttirmez, nazardan korkardı.'
Son zamanlarda gözleri görmez olmuş Dudu Ana'nın. Öyleyken bastonuna dayanır, bahçesinde bir sandalyede otururmuş. Belki de bahçesinin sesini dinliyordu kim bilir...
MUĞLA'YA DIŞARDAN SEBZE GELMEZMİŞ
Evet, önceleri motorlu taşıma araçları yokmuş. Bu nedenle de dışarıdan sebze gelmezmiş Muğla'ya. İçeride üretilirmiş. Kozağaç köyünden gelen su, bu bahçeleri sulamaya yetermiş. Kozağaç suyu kesildikten sonra da bahçecilik kalmamış. Muğla'nın sebze ihtiyacı, Gülağzı ve Doğanköy köylerinden karşılanır olmuş. 'Ondan sonra da vesaitler yetişti' diyor babam. 'Sebzeler Çine'den gelmeye başladı'.
Böyle olunca da bahçelerin yerleri önce boş arazilere dönüştü, sonra da parsellenip satıldı. Özellikle kooperatif evleri bu araziler üzerine kuruluyor.
Bir zamanlar biber patlıcan yetişen bu yerlerde şimdilerde apartmanlar yetişiyor. Balkonlarında bile yeşili olmayan...
Muğla milletvekilleri
1. dönem milletvekilleri (23 Nisan 1920 - 11 Ağustos 1923)
Emin Kamil Efendi
Etem Fehmi Aslanlı (1867 - 1947)
Hacı Ahmet Efendi
Hamza Hayati Öztürk
Kasım Nuri Bey
Mahmut Hendek
Mesut Efendi
Mehmet Rifat Börekçi
Ahmet Sadettin Özsan (1874 - 1949)
Tevfik Rüştü Aras
Alirızapaşazade Ziya Bey
3. dönem milletvekilleri (2 Ağustos 1927 - 26 Mart 1931)
Mehmet Nuri TunaYunus Nadi Abalıoğlu
Şükrü Kaya
4. dönem milletvekilleri (4 Mayıs 1931 - 23 Aralık 1934)
Şükrü Kaya
Yunus Nadi Abalıoğlu
Hüseyin Avni Ercan
Mehmet Nuri Tuna
5. dönem milletvekilleri (1 Mart 1935 - 27 Aralık 1938)
Sadullah Güney
Şükrü Kaya
Hasan Hüsnü Kitapçı
6. dönem milletvekilleri (3 Nisan 1939 - 15 Aralık 1943)
Yunus Nadi Abalıoğlu
İzzettin Çalışlar
Hüseyin Avni Ercan
Sadullah Güney
Cemal Karamuğla
7. dönem milletvekilleri (8 Mart 1944 - 14 Haziran 1946)
İzzettin Çalışlar
Abidin Çakır
Sadullah Güney
Cemal Karamuğla
Hasan Hüsnü Kitapçı
Feridun Osman Menteşeoğlu
8. dönem milletvekilleri (5 Ağustos 1946 - 24 Mart 1950)
Asım Gürsu
Nuri Özsan
Mitat Sakaroğlu
9. dönem milletvekilleri (22 Mayıs 1950 - 12 Mart 1954)
Nadir Nadi Abalıoğlu
Nuri Özsan
Zeyyat Mandalinci
Natık Poyrazoğlu
10. dönem milletvekilleri (1954)
11. dönem milletvekilleri (1957)
Abdullah Dilaver Argun
Burhan Asaf Belge
Nuri Özsan
Turhan Akarca
Zeyyat Mandalinci
Sadi Pekin
Turgut Topaloğlu
12. dönem milletvekilleri (1961)
Cevdet Oskay
İlhan Tekinalp
Hilmi Baydur
Mehmet Turan Şahin
13. dönem milletvekilleri (1965)
İlhan Tekinalp
İzzet Oktay
Mehmet Turan Şahin
Seyfi Sadi Pencap
14. dönem milletvekilleri (22 Ekim 1969 - 14 Ekim 1973)
Adnan Akarca
Ahmet Buldanlı
İzzet Oktay
Ali Döğerli
Ahmet Buldanlı
İzzet Oktay
Ali Döğerli
Mualla Akarca
15. dönem milletvekilleri (1973)
Ahmet Buldanlı
Ünat Demir
Ali Döğerli
Ali Döğerli
Halil Dere
Adnan Akarca
Ahmet Buldanlı 16. dönem milletvekilleri (1977)
Ünat Demir
Hasan Fehmi İlter
Sami Gökmen
Zeyyat Mandalinci
17. dönem milletvekilleri (1983)
Ahmet AltıntaşMehmet Umur Akarca
İdris Gürpınar
Muzaffer İlhan
18. dönem milletvekilleri (1987)
Ahmet Altıntaş
Süleyman Şükrü Zeybek
Tufan Doğu
Latif Sakıcı
Muğla senatörleri
Mualla Akarca
Haldun Menteşeoğlu
İlyas Karaöz
Fevzi Özer
Meclis-i Mebusan Vekilleri
Halil Menteşe
Hamza Hayati ÖztürkHilmi Uran
Halil İbrahim EfendiMansurizade Said Bey
Ali Haydar Yuluğ
Ragıp Bey
Muğla'da yaşayanlar
Akif Sarıoğlu (1890 - 1968), Antalya doğumlu siyasetçi. 9. ve 10. dönem Muğla milletvekili
Ali Haydar Çerçel (1894 - 1966), Afyon doğumlu öğretmen ve siyasetçi. Muğla 18. Dağ Tugay Komutanlığı yapmıştır.
Besim Besin (1890 - 1956), Sarayköy doğumlu asker ve siyasetçi. Muğla 18. Dağ Tugay Komutanlığı yapmıştır.
Esat Kaya Ayman (ö.2009), İstanbul doğumlu devlet adamı. 1953-1960 yılları arasında Muğla valiliği yapmıştır. Valilik görevi sırasında 1957-1960 yılları arasında Muğla Belediye Başkanlığını da yüklenmiştir.
İsmail Ali Göker, Kars doğumlu devlet adamı. 1974 yılında Muğla Defterdarlığına atanmıştır. Muğla’da defterdar olarak görevliyken, 12 Eylül Askeri Harekatınca Muğla Belediye Başkanlığına getirilmiştir. Görev yaptığı iki yıl içinde şehrin temizliği ve yolların beton kaplama işleriyle yoğun şekilde uğraşmıştır.
Mithat Benker (1908 - 1961), Yunanistan doğumlu hukukçu ve siyasetçi. Muğla'da asliye ceza hakimliği üyelİği yapmıştır.
Muzaffer Kuşakçıoğlu (1906 - 1978), Kastamonu doğumlu devlet adamı. 1949 - 1950 yıllarında Muğla valisi.
Namık Gedik (1911 - 1960), Siyasetçi, içişleri bakanlığı yapmıştır. 1948 - 1950 yılları arasında Muğla Memleket Hastanesi başhekimliği ve dahiliye uzmanlığı yapmıştır.
Sebati Ataman (1907 - 1992), Yanya doğumlu devlet adamı. 1950 - 1953 yılları arasında Muğla valisidir.
Süleyman Gündeşlioğlu, Kadirli doğumlu devlet adamı. Muğla Veteriner Müdürü olarak görev yaptığı sırada İ. Ali Göker’in istifasıyla boşalan Muğla Belediye Başkanlığını tedvirle görevlendirilmiştir.
Süleyman Gündeşlioğlu, Kadirli doğumlu devlet adamı. Muğla Veteriner Müdürü olarak görev yaptığı sırada İ. Ali Göker’in istifasıyla boşalan Muğla Belediye Başkanlığını tedvirle görevlendirilmiştir.
Şerif Tüten (1925 - 2016), Elazığ doğumlu siyasetçi. 1961 - 1963 yılları arasında belediye başkanlığı yapmıştır.
Şevki Hasırcı (1919 - 1989), Aydın doğumlu tüccar ve siyasetçi. Muğla'da Ege Satın Alma Bürosu Etüt Şefliği yapmıştır.
Yusuf Kamil Aktuğ (1893 - 1952), Diyarbakır doğumlu asker ve siyasetçi. 1915 - 1917 yılları arasında Muğla 27. Tümen kurmay başkanlığı yaptı.
Yümnü Üresin (1898 - 1961), Elazığ doğumlu asker ve siyasetçi. 1919 - 1921 yılları arasında Muğla Milli Eğitim müdürlüğü yapmıştır.
Muğlalılar
Alimler
Çivizade Muhyiddin Efendi (1476 - 1517)
Gubari (18.asır)
Hacı Hamzaoğlu Mehmet (? – 1865)
Hacı Kazım Efendi (1865 - 1913)
Hafız Mehmet Esad (1887 – 1918)
Hızır Şah Menteşevi (ö. 1449)
Hüdai Salih Dede (1383 - 1480)
Hüsameddin Efendi (? – 1617)
İbrahim Edhem (1842 – 1940)
İbrahim Şahidi (1470 - 1550)
Kurbanzâde Süleyman Efendi (1797 - 1875)
Mehmed Muhyiddin-i Vefayi
Mehmed Nuri (1845 – 1911)
Muhammed Zekai Efendi (d. 1850)Rahimi (1796 – 1863)
Serii Hasan Çelebi (? – 1607)
Seyyid Kemaleddin
Yusuf Ziyaeddin (1836 – 1909)
Asker ve Siyasetçiler
Abidin Çakır (1902 - 1972)
Ahmet Buldanlı (1921 - 2012) - Milas
Ahmet Sadettin Özsan
Ali Hilmi Döğerli (1929) - Fethiye
Bekir Hilmi Baydur (1902 - 1987)
Cavit Aker (1889 - 1965)
Cemal Karamuğla (1893 - 1955)
Cevdet Oskay (1911 - 1984) - Fethiye
Erman Şahin (1938)
Feridun Osman Menteşeoğlu (1904 - 1958) - Köyceğiz
Fevzi Özer (1925 - 2012)
Hasan Fehmi İlter (1928 - 1978) - Milas
Hamza Hayati Öztürk (1868 - 1921)
Haldun Menteşeoğlu (1916 - 1988) - Köyceğiz
Halil Menteşe (1874 - 1948) - Milas
Hayri Ündül (1929 - 2014)
Hilmi Baydur (1902 - 1987)
Hüseyin Avni Ercan (1888 - 1939)
İskender Alper (1893 - 1953)
İlhan Tekinalp (1926 - 1996)
İlyas Karaöz (1922 - 2018) - Yatağan
İrfettin Akar (1946) - Milas
İzzet Oktay (1916 - 1986) - Ula
Kösekadızade Süleyman Efendi (1810 - 1890)
Mehmet Turan Şahin (1926)
Mustafa Muğlalı (1882 - 1951)
Nadir Nadi Abalıoğlu (1908 - 1991) - Fethiye
Nevşat Özer (1943) - Yatağan
Nuri Özsan (1906 - 1969)
Ragıb Bey (1869 - 1928)
Sadi Pekin (1921 - 1991)
Sami Gökmen (1935) - Fethiye
Sumru Noyan (1944 - )
Turgut Topaloğlu (1921 - 2002)
Ünat Demir (1938 - 2012) - Fethiye
Nevşat Özer (1943) - Yatağan
Nuri Özsan (1906 - 1969)
Ragıb Bey (1869 - 1928)
Sadi Pekin (1921 - 1991)
Sami Gökmen (1935) - Fethiye
Sumru Noyan (1944 - )
Turgut Topaloğlu (1921 - 2002)
Ünat Demir (1938 - 2012) - Fethiye
Yunus Nadi Abalıoğlu (1878 - 1945) - Fethiye
Zeyyat Mandalinci (1915 - 1990) - Bodrum
Zorbazzade Hacı Şeref Ağa (1830 - 1910)
Zeyyat Mandalinci (1915 - 1990) - Bodrum
Zorbazzade Hacı Şeref Ağa (1830 - 1910)
Gazeteci ve yazarlar
Şadan Gökovalı (1939)
Ünal Türkeş (1942 - 2017)
Yükselecek Demirel (1945 - 2015)
Bilim adamları
Cemil Şerif Baydur (1894 - 1967)
Feyyaz Gölcüklü (1926 - 2011)
Muammer Elçin (1933 - 2001)
Zihni Derin (1880 - 1965)
Feyyaz Gölcüklü (1926 - 2011)
Muammer Elçin (1933 - 2001)
Zihni Derin (1880 - 1965)
Sanatçılar
Mümtaz Ener (1907 - 1989)
Rıfat Ayaydın (1915 - 1974)
Sevim Çizer (d. 1950)
4 Eylül 2019 Çarşamba
Turgut Reis Lisesi
Okul, bugünkü Kocamustafendi İlköğretim Okulu binasında 1864 yılında rüştiye olarak hizmete başlamıştır. Kayıtlara
göre 1892 yılında rüştiye, idâdîye çevrilmiş, 1916 yılına kadar
da öğretim adı geçen okulda sürdürülmüştür.
İdâdî, 1916 yılında sultânîye dönüştürülmüştür. Daha sonra bugünkü kız meslek lisesinin bulunduğu binaya taşınmıştır. 1973 yılına kadar eğitim ve öğretim “Koca Mektep” denilen
binada sürdürülmüştür.
Sultan II. Mahmut zamanında süvari kışlası olarak yapılan eski bina uzun yıllar bu amaçla kullanılmıştır. Kışla olarak kullanıldığı yıllarda harap duruma düşen binanın, İstiklal Savaşı yıllarında mutasarrıf olarak Muğla’da görev yapan Müştak Lütfi Bey tarafından esaslı bir şekilde onarıldığı giriş kapısı üstündeki kitabeden anlaşılmaktadır. 1922 yılında sultânî adı lise olarak değiştirilmiş, Cumhuriyet döneminden sonra 1925 yılında lise yeniden ortaokula dönüştürülmüştür.
1925-1926 öğretim yılından 1954-1955 öğretim yılına kadar ortaokul, 1955-1956 öğretim yılından 1967-1968 öğretim yılına kadar ortaokul-lise, 1968-1969 öğretim yılından sonra ortaokulun bünyesinden ayrılmasıyla sadece lise olarak faaliyetlerine devam etmiştir. Okul, vilayetin teklifi ve Maarif Vekâletinin 16 Şubat 1959 gün ve 40541-63 sayılı Müdürler Komisyonu kararı ile Turgutreis Lisesi adını almıştır. Hâlen 1972-1973 öğretim yılında taşındığı binada eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdürmektedir. 1973-1974 öğretim yılında 200 kişilik pansiyon binası hizmete girmiştir. 1995-1996 öğretim yılında 12 derslikli ek binası açılan okulda halen 30 derslik, 1 bilgisayar, 1 biyoloji, 1 kimya laboratuvarı, 200 kişilik konferans salonu ve kütüphane bulunmaktadır. Okul 2010-2011 eğitim ve öğretim yılından günümüze kadar Anadolu lisesi olarak faaliyetlerini sürdürmektedir.
Sultan II. Mahmut zamanında süvari kışlası olarak yapılan eski bina uzun yıllar bu amaçla kullanılmıştır. Kışla olarak kullanıldığı yıllarda harap duruma düşen binanın, İstiklal Savaşı yıllarında mutasarrıf olarak Muğla’da görev yapan Müştak Lütfi Bey tarafından esaslı bir şekilde onarıldığı giriş kapısı üstündeki kitabeden anlaşılmaktadır. 1922 yılında sultânî adı lise olarak değiştirilmiş, Cumhuriyet döneminden sonra 1925 yılında lise yeniden ortaokula dönüştürülmüştür.
1925-1926 öğretim yılından 1954-1955 öğretim yılına kadar ortaokul, 1955-1956 öğretim yılından 1967-1968 öğretim yılına kadar ortaokul-lise, 1968-1969 öğretim yılından sonra ortaokulun bünyesinden ayrılmasıyla sadece lise olarak faaliyetlerine devam etmiştir. Okul, vilayetin teklifi ve Maarif Vekâletinin 16 Şubat 1959 gün ve 40541-63 sayılı Müdürler Komisyonu kararı ile Turgutreis Lisesi adını almıştır. Hâlen 1972-1973 öğretim yılında taşındığı binada eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdürmektedir. 1973-1974 öğretim yılında 200 kişilik pansiyon binası hizmete girmiştir. 1995-1996 öğretim yılında 12 derslikli ek binası açılan okulda halen 30 derslik, 1 bilgisayar, 1 biyoloji, 1 kimya laboratuvarı, 200 kişilik konferans salonu ve kütüphane bulunmaktadır. Okul 2010-2011 eğitim ve öğretim yılından günümüze kadar Anadolu lisesi olarak faaliyetlerini sürdürmektedir.
Emir Beyazid
Emir Bayezid (1490-1566), Kanunî Sultan Süleyman ve Sultan Murat döneminde yaşamıştır. Buharalı olduğu,
manevi irşat için Muğla'ya geldiği, Şeyh Muslihiddin ve
Şeyh Kerameddin'in muasırı olduğu kabul
edilmektedir. Kabri, Emir Bayezid mahallesindedir.
Emir Bayezid’in asıl adı Emir Küçük’tür.
Anlatılır ki halktan biri ineği süt vermediği veya hayvanın yavrusu anasını emmediği zaman, hayvanın ipini Emir Bayezid’in eline verirmiş. Hayvanı süt verdiğinde veya yavru annesini emdiğinde hayvanı tekrar alırmış.
1930’lu yıllarda Emir Küçük Mahallesi ile Beyazıt Mahallesi birleştirilerek mahallenin adı Emir Beyazıt Mahallesi olarak değiştirilir. Emir Bayezid’in mezarı Karadeniz Pastanesi sahibi Burhan Çiloğlu’nun yeni inşa ettiği apartmanın yanı başında bulunmaktadır. Turgutreis Caddesi ile Çaylılar Sokağın kesiştiği yerde bulunan mezar, yol ve kaldırım çalışmaları sırasında yenilenir.
Muğlalılar tarafından büyük ve ulu kişilerden biri olduğu kabul edilen Emir Bayezid’in kabrine “süt vermeyen ve anasını emmeyen hayvanlar getirilerek mezarın etrafında dolandırılırmış. Daha sonra süt vermesi ve yavrusunu emzirmesi için burada birkaç saat tutulurmuş. Hatta hayvanların günlerce burada beklediği de olurmuş”. Günümüzde ise, böyle bir uygulamanın ortadan kalkarak yerini başka uygulamalara bıraktığı bilinmektedir. Bu mezarın yanı başındaki asmaya bez ve çaput bağlanarak, ailenin geçimsizliğinin ortadan kalkması ve karı-koca arasında muhabbetin kuvvetlenmesi umulmaktadır. Bazı anneler tarafından kendilerine karşı saygısızlık ve asi davranmasından şikayetçi olduklarından evlatlarının bu durumdan sıyrılarak ana-babaya itaat eden, vatanına ve milletine faydalı bir kişi olması için bu mezara gelerek dilekte bulundukları nakledilir.
Anlatılır ki halktan biri ineği süt vermediği veya hayvanın yavrusu anasını emmediği zaman, hayvanın ipini Emir Bayezid’in eline verirmiş. Hayvanı süt verdiğinde veya yavru annesini emdiğinde hayvanı tekrar alırmış.
1930’lu yıllarda Emir Küçük Mahallesi ile Beyazıt Mahallesi birleştirilerek mahallenin adı Emir Beyazıt Mahallesi olarak değiştirilir. Emir Bayezid’in mezarı Karadeniz Pastanesi sahibi Burhan Çiloğlu’nun yeni inşa ettiği apartmanın yanı başında bulunmaktadır. Turgutreis Caddesi ile Çaylılar Sokağın kesiştiği yerde bulunan mezar, yol ve kaldırım çalışmaları sırasında yenilenir.
Muğlalılar tarafından büyük ve ulu kişilerden biri olduğu kabul edilen Emir Bayezid’in kabrine “süt vermeyen ve anasını emmeyen hayvanlar getirilerek mezarın etrafında dolandırılırmış. Daha sonra süt vermesi ve yavrusunu emzirmesi için burada birkaç saat tutulurmuş. Hatta hayvanların günlerce burada beklediği de olurmuş”. Günümüzde ise, böyle bir uygulamanın ortadan kalkarak yerini başka uygulamalara bıraktığı bilinmektedir. Bu mezarın yanı başındaki asmaya bez ve çaput bağlanarak, ailenin geçimsizliğinin ortadan kalkması ve karı-koca arasında muhabbetin kuvvetlenmesi umulmaktadır. Bazı anneler tarafından kendilerine karşı saygısızlık ve asi davranmasından şikayetçi olduklarından evlatlarının bu durumdan sıyrılarak ana-babaya itaat eden, vatanına ve milletine faydalı bir kişi olması için bu mezara gelerek dilekte bulundukları nakledilir.
1 Eylül 2019 Pazar
Muğla Belediye Binası
Balıbey mahallesinde bulunan belediye binası, 19. yüzyılda
Konakaltı Meydanı'nda inşa edilmiştir. Muğla'nın Asar Dağı
eteklerinde başlayan yapılaşması ve Ulu Cami ve Kurşunlu Cami arasındaki
kuzey- güney ekseni boyunca, özellikle Arasta ve çevresinde yoğunlaşan ticari
alan 19. yüzyılın ikinci yarısında dış ticaret ilişkilerinin değişmesi sonucu
Konakaltı Meydanı çevresinde yeni ticaret merkezi oluşturmuştur. Mevcut ticaret alanının doğusunda yer alan yeni ticaret merkezinde,
tanzimatın ilanından sonra Osmanlı kent yönetiminin örgütlenmesi kapsamında 1889 yılında yapılan Hükümet Konağı, 1879 yılında yapılan Adliye Teşkilatı ve
1884 yılında yapılan ticaret odası gibi yapılarla bir meydan oluşturulmuştur.
Oluşturulan bu meydanla devletin gücü gösterilmek istenmiştir.
Meydan etrafında 1871 tarihinde belediye binası yapılmıştır. Ancak 25 Mart 1944 tarihinde belediye binası yanmıştır. Yeni belediye binasının planı mühendis Sait Bey tarafından hazırlanmıştır. Sait Bey’in çizdiği plana göre belediye binası iki katlıdır. Yapının üstüne saat koyulması planlanmıştır. Ayrıca yapının içinde iş odaları, iki salon ve bir banyo düşünülmüştür. Yapı 6-7 ay gibi kısa bir sürede tamamlanarak hizmete açılmıştır.
Dönemin yönetim yapılarında sıkça rastlanan simetrik cephe sisteminin görüldüğü yapı Birinci Ulusal Mimarlık Akımına uygun biçimde düşünülmüştür. Yapının girişi Konakaltı Meydanına bakan cephesinden verilmiştir. Girişin dışa doğru çıkıntı yapması ile yapının hem meydandan algılanabilirliği sağlanmış hem de yapı da derinlik hissi yaratılmıştır. Yapının kapı ve pencereleri ahşap malzemeden olup; dikdörtgen formda tasarlanmıştır. Çatısı kırma çatı olarak planlanmış ve alaturka kiremit ile örtülmüştür.
Meydan etrafında 1871 tarihinde belediye binası yapılmıştır. Ancak 25 Mart 1944 tarihinde belediye binası yanmıştır. Yeni belediye binasının planı mühendis Sait Bey tarafından hazırlanmıştır. Sait Bey’in çizdiği plana göre belediye binası iki katlıdır. Yapının üstüne saat koyulması planlanmıştır. Ayrıca yapının içinde iş odaları, iki salon ve bir banyo düşünülmüştür. Yapı 6-7 ay gibi kısa bir sürede tamamlanarak hizmete açılmıştır.
Dönemin yönetim yapılarında sıkça rastlanan simetrik cephe sisteminin görüldüğü yapı Birinci Ulusal Mimarlık Akımına uygun biçimde düşünülmüştür. Yapının girişi Konakaltı Meydanına bakan cephesinden verilmiştir. Girişin dışa doğru çıkıntı yapması ile yapının hem meydandan algılanabilirliği sağlanmış hem de yapı da derinlik hissi yaratılmıştır. Yapının kapı ve pencereleri ahşap malzemeden olup; dikdörtgen formda tasarlanmıştır. Çatısı kırma çatı olarak planlanmış ve alaturka kiremit ile örtülmüştür.
Konakaltı Meydanı ve sağda belediye binası. Meydanın yerinde günümüzde Belediye Parkı mevcuttur. |
Eski Muğla Resimleri
Şimdi öğretmenevi olan eski halkevi binası. |
Atatürk anıtı ve yeni yapılan halk evi binası (en arkada beyaz badanalı, tek katlı mezbaha yapıları-1938-1939 yılları bayram töreninden) |
Atatürk’ün naaşının Etnografya Müzesine nakledildiği gün yapılan
törende Cumhuriyet Meydanı ve Atatürk anıtı (20 Kasım 1938) |
30 Ağustos 2019 Cuma
Ali Rıza Efendi
Ali Rıza Efendi, 186l yılında Muğla'da doğdu. Babası Kadızade Yusuf Ziya Efendi, annesi Ferişteh Hanım'dır.
İlk tahsilinden sonra, Kurşunlu Medresesi müderrisi Hacı Muhammed Zekai Efendi'den gerekli dersleri okuyarak yirmi dört yaşında icazet aldı. Daha sonra İstanbul'a gelerek, önce Hoca Kerim Efendi sonra da Muhammed Neşet Efendi'nin ders halkalarına katıldı. 1888'de, yirmi yedi yaşında iken Neşet Efendi'den icazet aldı.
1888'de Fetvahane Pusula Odası'na girerek memuriyete başladı. 1889'da ruus-ı hümayuna nail olarak Fatih Cami dersiamı oldu. Daru'l-Hilafeti'l-Aliyye Medresesi, Medresetü'l Mütehassısin, Medresetü'l-Kuzat ve Sahn Medresesi'nde çeşitli fıkıh ders ve kitapları okuttu. 20 Ocak 1912'de, fetvahanedeki görevlerinden sonra, İ'lamat-ı Şer'iyye müdürlüğüne getirildi. 1915'te Meclis-i Tetkikat-ı Şer'iyye üyeliğine atandı. 1916'da fetva emini oldu. 1918'de Daru'l-Hikmeti'l-İslamiyye başkan vekilliğine tayin edildi. 1918'de Huzur Dersleri mukarrirliğine başladı ve üç yıl bu hizmete devam etti. Musa Kazım'ın şeyhülislamlığı zamanında, kendisine Anadolu Kazaskerliği payesi verildi. 1927'de yaş haddi dolayısıyla fetva eminliğinden emekliye ayrıldı. 31 Mart 1943'te seksen üç yaşında iken Üsküdar'da İhsaniye mahallesinde vefat etti.
Eserleri: Takri'ru'l-Beyyinat fi Tefsi'ri's-Sitti mine'l-Ayat
Tahri'ru'l-Kavli'l-Enfa' fi Tefsiri'l-Ayati'l-Erba' (Arapça, yazma, yeri bilinmiyor)
Eserleri: Takri'ru'l-Beyyinat fi Tefsi'ri's-Sitti mine'l-Ayat
Tahri'ru'l-Kavli'l-Enfa' fi Tefsiri'l-Ayati'l-Erba' (Arapça, yazma, yeri bilinmiyor)
Muhammed Zekai Efendi
Muhammed Zekai Efendi, 1850 yılında Muğla'da doğdu. Kurşunlu Cami Medresesi müderrisi Hacı Mehmet Rahimi'nin oğludur. 1878 yılında Kurşunlu Medresesi'nde Müftü Sadeddin Efendi'den icazet aldı. 1891 ile 1895 yılları arasında Menteşe Sancağı İdare Meclisi üyeliğinde bulundu. 1905'te Menteşe Sancağı müftüsü oldu. 1906'da kendisine İzmir paye-i mücerredi verildi. 1914'te yaş haddinden emekliye sevk edildi.
Mesnevihanlık da yapan Muhammed Zekai Efendi, Arapça ve Farsça'ya hakimdi. Bazı şiirlerinde "Emin", bazılarında "Zekai" mahlasını kullanmıştır. "İthafü'l-Ahlaf fi Tefsiri Sureti'l-Kaf" isimli Arapça yazılmış tasavvufi ve felsefi bir tefsiri, manzum Mevlidü'n-Nebi'si, Divan'ı, mantık ve kelam ilmi ile ilgili notları, medh ve hicv olarak söylenmiş birçok beyitleri vardır. Bu eserler basılmamıştır. Mezarı Muğla'da Eski Şehir Mezarlığı'ndadır. Aşıkane-rindane tarzda yazılan "Ey bülbül" redifli şu gazel onundur:
Bülbüle Hitap
Nedir şeydaca derdli derdli bu efganın ey bülbül
Acep bir gonce-i terruya mı nalanın ey bülbül
Safif-i nale-i dil-suz ile gülzarı ağlattın
Sirişkinden suvarmak mı güle cevlanın ey bülbül
Şeb-i yeldayı hasretle dimağın telhkam elbet
Visal-i fecr için mi her seher elhanın ey bülbül
Neva-yi ateşinin gülde tesir m'eylemez yoksa
Çeker mi kendini naze gül-i handanın ey bülbül
Senin de kendi halince bilinmez dertlerin varmış
Derun-ı derd-nakin için nedir dermanın ey bülbül
Hezaran işvesiyle gonceler hande eder ahın
Kesilmez yine etraf-i güle devranın ey bülbül
Rubab-ı nevhadar-var bu huruş-ı dil-hıraşında
Bugün bir gülşen-i rana senin külhanın ey bülbül
Sen ağlarsın gül için gülyağın ağyar sarfeyler
Firak-ı yar ile her an bu mudur şanın ey bülbül
Zekai-var meclub-ı gül ü mül olduğun zahir
Bu envar-ı taaşşuk ile meftur canın ey bülbül
Eseri: Hediyyetü'l-Eslaf fi Tefsir-i Suret-i Kaf (Yazma, yeri bilinmiyor).
Mesnevihanlık da yapan Muhammed Zekai Efendi, Arapça ve Farsça'ya hakimdi. Bazı şiirlerinde "Emin", bazılarında "Zekai" mahlasını kullanmıştır. "İthafü'l-Ahlaf fi Tefsiri Sureti'l-Kaf" isimli Arapça yazılmış tasavvufi ve felsefi bir tefsiri, manzum Mevlidü'n-Nebi'si, Divan'ı, mantık ve kelam ilmi ile ilgili notları, medh ve hicv olarak söylenmiş birçok beyitleri vardır. Bu eserler basılmamıştır. Mezarı Muğla'da Eski Şehir Mezarlığı'ndadır. Aşıkane-rindane tarzda yazılan "Ey bülbül" redifli şu gazel onundur:
Bülbüle Hitap
Nedir şeydaca derdli derdli bu efganın ey bülbül
Acep bir gonce-i terruya mı nalanın ey bülbül
Safif-i nale-i dil-suz ile gülzarı ağlattın
Sirişkinden suvarmak mı güle cevlanın ey bülbül
Şeb-i yeldayı hasretle dimağın telhkam elbet
Visal-i fecr için mi her seher elhanın ey bülbül
Neva-yi ateşinin gülde tesir m'eylemez yoksa
Çeker mi kendini naze gül-i handanın ey bülbül
Senin de kendi halince bilinmez dertlerin varmış
Derun-ı derd-nakin için nedir dermanın ey bülbül
Hezaran işvesiyle gonceler hande eder ahın
Kesilmez yine etraf-i güle devranın ey bülbül
Rubab-ı nevhadar-var bu huruş-ı dil-hıraşında
Bugün bir gülşen-i rana senin külhanın ey bülbül
Sen ağlarsın gül için gülyağın ağyar sarfeyler
Firak-ı yar ile her an bu mudur şanın ey bülbül
Zekai-var meclub-ı gül ü mül olduğun zahir
Bu envar-ı taaşşuk ile meftur canın ey bülbül
Eseri: Hediyyetü'l-Eslaf fi Tefsir-i Suret-i Kaf (Yazma, yeri bilinmiyor).
Kurbanzâde Hacı Süleyman Efendi
Kurbanzâde Hacı Süleyman Efendi, Muğla'nın yetiştirdiği büyük din alimi ve mutasavvıf.
1797 yılında doğan Hacı Süleyman Efendi, ilminin başlangıcını 20 yaşlarındayken Kırkağaç’ta Hacı Süleyman Efendi’den; yüksek ilmini ise, Evliyazade Hacı İbrahim Efendi’den almıştır. İlmini tamamladıktan sonra tasavvuf yoluna yönelerek Konya’da Bozkırlı Memiş Efendi Hazretlerinden batıni (sır ve gerçekle ilgili) ilimleri almış, Abdullah Mekki Hazretlerinin güneş gibi nurlarından faydalanmıştır.
Daha sonra memleketi olan Muğla’ya dönerek yapmayı başardığı Kurbanzade Camii Medresesinde, insanları İslamî bilgilerle donatırken, bir taraftan da insandaki kötü ahlakları yok ederek ruh terbiyesi vermeye çalışmıştır. Kıymetli âlimlerden ve Nakşibendî tarikatının büyüklerinden olan Kurbanzade Hacı Süleyman Efendi, belirli vakitlerde Hatm-i Hacegan yaptırırdı. İlmin tüm alanlarında uzmandı. Özellikle tefsir, hadis ve tasavvufta büyük söz sahibiydi. Talebelerine hadis derslerinde Camiu’s-Sağir’i okuturdu. Her an ilahi cezbe içerisinde olduğu ve kendisini ilme adamış güzel ahlak sahibi ve cömert bir kişiliğe sahip olduğu rivayet edilir.
Kendi adıyla anılan Kurbanzade Camini yaptırmıştır. Yaptırdığı bu camide hem imam, hem hatip hem de tekke şeyhi idi. 1875 yılında öldükten sonra caminin önündeki çeltik ağacının dibinde, Kurbazade caminden önce yapılmış olan caminin ilk imamı olan Bülbül Hoca adıyla tanınan kişinin yanına defnedilmiştir.
Kurbanzade Hacı Süleyman Efendi ile alakalı halk arsında anlatılan kerametli olaylar vardır. Bunlardan birincisi, bu mübarek zatın hastalığı ağırlaştığı zaman sevenlerinden Mustafa Efendi’nin eşi Hafize Hanım ziyaretine geldiğinde “Hafize’nin bize karşı güzel düşünceleri olduğundan Cuma günü vefat edeceğimizi tahmin etmekte ise de Salı günü de olabilir” demiş ve bir gün sonra Salı günü vefat ettiği rivayet edilmektedir.
İkincisine gelince, oturduğu evin önünde küçük küçük torbalar içerisinde yemişler bulundurur ve gelen ziyaretçilerin çocuklarına ikramda bulunarak “bunları ayıplamayın kurban oğlunun keseleridir” dermiş.
Üçüncüsü ise, Kurbanzade bir gün hizmetine bakan talebesi Şaban’ın Osman Dayı’ya Muğla’daki kütüphanesinin anahtarını vererek “şimdi git kütüphanedeki Ruhu’l-Beyan Tefsirini al getir” demiş. Osman Dayı kütüphaneye gelip kapısını anahtarla açıp içeri girdiğinde kendisine Kurbanzade’nin söz konusu tefsiri uzattığını görmüş.
Dördüncü olarak da bir gün halifesi Hacı Molla Mustafa Efendi’ye yaylada bir desti vermiş ve destinin bir eşinin Muğla’daki kütüphanede olduğunu, ikisini doldurarak getirmesini istemiş. Hacı Molla Mustafa Efendi Muğla’ya gelerek kütüphaneyi açtığında Kurbanzade’nin içerde namaz kıldığını görmüş. Seslenmeden oradaki destiyi alıp doldurarak yaylaya gelen Mustafa Efendi, Kurbanzade’yi orada görmüş.
Bu ve benzeri kerametleri anlatılan bu şahsın halk üzerinde de küçümsenemeyecek kadar etkisi vardır. Her konuda kendisinden gıpta ile söz edilmektedir. Bir kişinin çok hızlı ve çabuk olduğunu anlatmak için Muğla yöresinde “Kurbanzade gibi maşallah” denilir. Çokça gezerek farklı yerlerde görülen kişiler için de “Kurbanzade’yi geçtin ha!” ibaresi kullanılır. Bu deyişler de bizlere bu kişinin toplumun hafızasında ne derece etkiye sahip olduğunu gösteren birer örnektir.
1797 yılında doğan Hacı Süleyman Efendi, ilminin başlangıcını 20 yaşlarındayken Kırkağaç’ta Hacı Süleyman Efendi’den; yüksek ilmini ise, Evliyazade Hacı İbrahim Efendi’den almıştır. İlmini tamamladıktan sonra tasavvuf yoluna yönelerek Konya’da Bozkırlı Memiş Efendi Hazretlerinden batıni (sır ve gerçekle ilgili) ilimleri almış, Abdullah Mekki Hazretlerinin güneş gibi nurlarından faydalanmıştır.
Daha sonra memleketi olan Muğla’ya dönerek yapmayı başardığı Kurbanzade Camii Medresesinde, insanları İslamî bilgilerle donatırken, bir taraftan da insandaki kötü ahlakları yok ederek ruh terbiyesi vermeye çalışmıştır. Kıymetli âlimlerden ve Nakşibendî tarikatının büyüklerinden olan Kurbanzade Hacı Süleyman Efendi, belirli vakitlerde Hatm-i Hacegan yaptırırdı. İlmin tüm alanlarında uzmandı. Özellikle tefsir, hadis ve tasavvufta büyük söz sahibiydi. Talebelerine hadis derslerinde Camiu’s-Sağir’i okuturdu. Her an ilahi cezbe içerisinde olduğu ve kendisini ilme adamış güzel ahlak sahibi ve cömert bir kişiliğe sahip olduğu rivayet edilir.
Kendi adıyla anılan Kurbanzade Camini yaptırmıştır. Yaptırdığı bu camide hem imam, hem hatip hem de tekke şeyhi idi. 1875 yılında öldükten sonra caminin önündeki çeltik ağacının dibinde, Kurbazade caminden önce yapılmış olan caminin ilk imamı olan Bülbül Hoca adıyla tanınan kişinin yanına defnedilmiştir.
Kurbanzade Hacı Süleyman Efendi ile alakalı halk arsında anlatılan kerametli olaylar vardır. Bunlardan birincisi, bu mübarek zatın hastalığı ağırlaştığı zaman sevenlerinden Mustafa Efendi’nin eşi Hafize Hanım ziyaretine geldiğinde “Hafize’nin bize karşı güzel düşünceleri olduğundan Cuma günü vefat edeceğimizi tahmin etmekte ise de Salı günü de olabilir” demiş ve bir gün sonra Salı günü vefat ettiği rivayet edilmektedir.
İkincisine gelince, oturduğu evin önünde küçük küçük torbalar içerisinde yemişler bulundurur ve gelen ziyaretçilerin çocuklarına ikramda bulunarak “bunları ayıplamayın kurban oğlunun keseleridir” dermiş.
Üçüncüsü ise, Kurbanzade bir gün hizmetine bakan talebesi Şaban’ın Osman Dayı’ya Muğla’daki kütüphanesinin anahtarını vererek “şimdi git kütüphanedeki Ruhu’l-Beyan Tefsirini al getir” demiş. Osman Dayı kütüphaneye gelip kapısını anahtarla açıp içeri girdiğinde kendisine Kurbanzade’nin söz konusu tefsiri uzattığını görmüş.
Dördüncü olarak da bir gün halifesi Hacı Molla Mustafa Efendi’ye yaylada bir desti vermiş ve destinin bir eşinin Muğla’daki kütüphanede olduğunu, ikisini doldurarak getirmesini istemiş. Hacı Molla Mustafa Efendi Muğla’ya gelerek kütüphaneyi açtığında Kurbanzade’nin içerde namaz kıldığını görmüş. Seslenmeden oradaki destiyi alıp doldurarak yaylaya gelen Mustafa Efendi, Kurbanzade’yi orada görmüş.
Bu ve benzeri kerametleri anlatılan bu şahsın halk üzerinde de küçümsenemeyecek kadar etkisi vardır. Her konuda kendisinden gıpta ile söz edilmektedir. Bir kişinin çok hızlı ve çabuk olduğunu anlatmak için Muğla yöresinde “Kurbanzade gibi maşallah” denilir. Çokça gezerek farklı yerlerde görülen kişiler için de “Kurbanzade’yi geçtin ha!” ibaresi kullanılır. Bu deyişler de bizlere bu kişinin toplumun hafızasında ne derece etkiye sahip olduğunu gösteren birer örnektir.
Evliya Çelebi'ye Göre Muğla
Evliya Çelebi, Denizli ziyaretini tamamlayıp buradan Muğla’ya doğru yola çıkmıştır. Işıklı kasabası, Dinler, Uluborlu, Gölhisar, Kızılca Börklü, Sovulmaz Pazarı, Tilkili kasabası ve Tavas yolunu takip eden seyyah yoldaki konakladığı hanlar hakkında kısa bilgiler verip çevreyi betimleyerek Yılancık Beli’ni aşmış ve Dümrük karyesi üzerinden Muğla’ya ulaşmıştır. Evliya’nın Muğla hakkında verdiği bilgilere geçmeden önce buranın
coğrafyası ve tarihçesi hakkında bilgiler vermek yerinde olacaktır.
Güneybatı Anadolu bölgesinde, kadim dönemlerde Karya, Türkler döneminde Menteşe, günümüz idari taksiminde ise Muğla ili olarak anılan saha içerisinde binlerce yıldır kesintisiz yerleşime sahip olmuş ve günümüze kadar gelebilmiştir. Dolayısıyla Karya olarak adlandırdığımız bölgede ilk yerleşimin ne zaman ortaya çıktığı bilinmemektedir. Muğla tarihte İç Karya olarak bilinen bölgedir. Karya milattan önce 2000'de Hititlerce de bilinen bir ülkedir. Tarihi coğrafyada Karya, Menderes nehrini güneyinden Köyceğiz gölünün güneyine kadar olan yöreye verilen addır. Milattan önce 1000 başlarında Dorlar, Rodos ve İstanköy üzerinden Karya bölgesine gelmişler, buradaki yerli halkla karışarak ticaretle uğraşmışlardır. Karya, milattan önce 6. yüzyılda Lidya krallığının ardından da Pers devletinin hakimiyetine girmiş, Büyük İskender’in Karya’yı ele geçirmesiyle Pers hakimiyeti sona ermiştir. Milattan önce 129’da Bergama Krallığı’nın varisi olarak Anadolu’ya giren Romalılar burayı ele geçirdiler ve Asya Eyaleti’ne bağladılar. Roma’nın parçalanmasından sonra Karya Doğu Roma-Bizans sınırları içerisinde kalmıştır. 802 yılında Harun Reşid devrinde Abbasiler Likya ve Karya’yı ele geçirdiler, bölge 862 yılına kadar Abbasilerin elinde kaldı. Daha sonra ise bölge Bizanslılar tarafından geri alınmıştır.
Evliya Çelebi, Muğla’nın idari yapısı hakkında bilgiler verirken, buranın Anadolu Eyaleti'nde Menteşe paşasının tahtı olduğunu ve padişah tarafından paşaya verilen has 400.800 akçe olduğunu belirtmektedir. Paşanın da sefer zamanı 1000 asker ile sefere katıldığını da ilave etmektedir. Evliya idari bilgiler vermeye devam ederek tahrir kayıtlarında 52 zeamet erbabının ve 380 tımar erbabının olduğunu, zeamet ve tımar sahiplerinin kanuna göre toplam 2000 çıkardıklarını eklemektedir. İdari taksimata ait bilgiler veren seyyah şehrin, 300 payesi ile baş kaza ve nahiyesinin ise 105 kura olduğunu bize söylemektedir. Ayrıca seyyahımızın bize bildirdiğine göre Muğla’da görev yapan idareciler arasında, bölgedeki zeamet sahiplerinden alaybeği, zeametlerin asayişinden sorumlu olan çeribaşı, şer’i meselelerden sorumlu olan şeyhülislam, Hazreti Peygamberin soyuna mensup olanların işleriyle meşgul olan nakibüleşraf, yeniçerilerin bulunduğu yerlerde mahalli hükümet ile ocağın birlikte hareket etmesini sağlayan kethüdayeri, taşrada yeniçeri ocaklarının başındaki sorumlu olan yeniçeri serdarı bulunmaktadır. Bu idari görevlilerin yanı sıra Evliya Muğla’nın ayan, eşraf ve ulemasının çokluğundan da bahsetmektedir.
Anadolu’nun güneybatısında yer alan günümüz Muğla’sı kuzeyden Aydın, kuzeydoğudan Denizli, Burdur, doğudan Antalya şehirleri ile çevrelenmiştir. Muğla’nın yerleşim alanının denizden yüksekliği 650 m. olup, etrafı dağlarla çevrili Muğla Ovası’nın kenarında bulunmaktadır. Şehir kuzeyde Hisardağ (Asartepe) ve Kızıldağ, güneyde Kestane, doğuda Yılanlı ve batıda Marıçalı dağları ile kuşatılmıştır. Evliya Çelebi Tavas üzerinden Muğla’ya doğru yola çıktıktan sonra, Yılancık beli üzerinden Yılanlı Dağı’na ulaşmıştır. Seyyahımız Muğla’nın hemen ensesinde Yılanlı Dağı’nı gökyüzüne uzanan bir sütün gibi tarif ederek, Tavas Kalesi’nden buraya gelene kadar taşlık, dikenlik, ormanlık ve ıssız yollardan geçerek harami korkusu içerisinde on dört saatlik yolculuktan Yılanlı Dağı’na çıkabilmiştir ve Yılanlı Dağı’nın yüksekliğinden oldukça etkilenmiştir. Evliya bu dağın zirvesindeki karın Temmuz ayında bile erimediğini ve mevcudiyetini koruduğunu ayrıca gündüz vakti bile çok serin olduğunu anlatmaktadır. Zirveye ulaşıldığında ise Ula ve Muğla Ovaları'nın göründüğünü belirten Evliya açık havada İstanköy, Rodos, Hereke Adalarının rahatlıkla görülebildiğini de eklemektedir. Bu bilgiler ışığında Evliya, Yılanlı Dağı’nın Muğla Ovası’nın doğusunda tabii bir sınır olduğuna dikkatimizi çekmektedir. Fiziki durum hakkında ki bilgiler vermeye devam eden seyyah Muğla’nın oldukça şirin görünüşlü olduğunu, şehrin içinin ve dışının bahçelerle bezenmiş olduğunu söylediği gibi mesire ve eğlence yerlerinin de oldukça bol ve Muğla’nın görünümüne güzellik kattığını söyler.
Evliya Çelebi’nin şehrin fiziki görünümü içerisinde önemli bir yere sahip olan kale hakkında verdiği bilgilere geçmeden önce burada kalenin kısa bir tarihçesini ve şehrin ortaya çıkmasındaki etkisi hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır. Buna göre Muğla’da yerleşimin ilk olarak bugün şehrin hemen kuzeyinde Hisardağ’da yer alan kalede başlamış olduğu kabul edilir.
Cami 1838 ve 1880 tarihlerinde iki kez tamir ettirilmiş olup bunlara ait kitabelerin birincisi caminin sol duvarında, ikincisi de kapının üzerindedir. 19. yüzyılda cami geçirdiği onarımlarla özgün yapısını yitirmiştir.
Kurşunlu Cami (Yeni Cami): Dümrük karyesinde Ulu Cami olduğu gibi bu şehrin ortasında Kurşunlu Cami bulunur. Bu şehirde bundan başka daha güzel inşa edilmiş ferah, latif bir cami daha yoktur. Kurşunlu Camisinin ismi 16. yüzyıla ait belgelerde Yeni cami olarak belirtmektedir. Hacı Muslihiddin tarafından 1493'te yaptırılıp bir muallimhane ve bir medrese ile birlikte bir külliye teşkil eden cami ile örtüşmektedir. Kurşunlu Cami olarak da anılan bu yapı eski doku içinde şehrin en güneyinde yer almaktadır. Yani Pisili Hâce'nin mescid ve sûfîhânesi ile, İbrahim Bey'in ikâmetgâhının bulunduğunu tahmin ettiğimiz mevkidedir. Ulu Cami'ye göre daha yeni olduğu için bu isimle anılmış olmalıdır. Tek şerefeli minaresi ve son cemaat yerini 1900’de Hacı İsmail Efendi yaptırmıştır.
Şeyh Cami: 16. asırda yapıldığı anlaşılan tek mescit ise İsmail isimli bir hayırseverin inşa ettirdiği yapıdır. 16. asrın ortalarından itibaren Kadı Mahallesi mescidinin adı bu yapıyı faaliyetlerinde merkez olarak kullanan Şeyh Bedreddin'in ismiyle anılır olmuştur. Minaresi 1806’da eklenmiş, 1896’da ise cami onarım geçirmiştir.
Evliya Çelebi’nin yukarıda belirttiği ve az da olsa bilgiler verdiği camilerin yanı sıra, isimlerini vermekle yetindiği camiler ise şunlardır.
Pazaryeri Cami: Evliya bu camiden sadece ismen bahsetmiştir. 1843 yılında Batıkoğlu Hacı Ahmed Ağa tarafından bu mevkide daha önce yapılmış ve harap duruma gelmiş bir mescidin üzerine minaresiz olarak yapıldığı anlaşılmaktadır. Tek şerefeli minaresi 1866’da Köseoğlu Hacı Mehmed Ağa tarafından eklenmiştir. Camii 1925’te onarılmıştır.
Evliya’nın isimlerini zikrettiği ve hakkında fazla malumat bulamadığımız camiler ise; Şeyh Osman Efendi Cami, Abdülgaffar Efendi Cami, Hacı Dede Cami, Mustafa Efendi Cami. Evliya bunlar dışında kalanların mescit olduklarını belirtmektedir. Evliya Çelebi Dümrük Karyesi’nde bir eski cami olduğunu ve bu caminin minaresinin olduğunu söylemektedir.
Seyyid Kemaleddin Türbesi: Evliya Çelebi'nin Muğla'da bahsettiği önemli bir dini yapı da Seyyid Kemaleddin Türbesidir. Türbe şehrin kuzeyinde kale kurbunda yer almaktadır. Hz. Kemaleddin’in türbesi dört köşe duvar içinde üstü açık ulu bir ziyaretgahtır. Evliya Çelebi Seyyid Kemaleddin’in birçok kerameti olduğundan da bahsetmektedir. Evliya Hz. Kemaleddin’in mezarı başında büyük ve güzel bir ardıç ağacından da söz eder. Hatta bu civarda böyle bir ağaç yetişmediğini dolayısıyla bununda bir keramet olduğunu ifade eder:
Bu ağacın gövdesi kapı kapı aralıklıdır, içi boştur ve on adamın sığacağı büyüklüktedir. Evliya Çelebi bununla ilgili şu kıssayı bize aktarmaktadır. “Allah-u Teala imtihan için birkaç kötü niyetli münkiri buraya yöneltir. Yanlarında getirdikleri kuru bademleri şeyhe verip keramet isterler; Aziz Hazretleri buyururlar ki “Badem getiriciye adem bağcılar! Meşayihe keşf ü keramet etmek hayız görmek gibidir. Ama bu bademlerinizden taze badem yiyin” diye mübarek elleriyle bademi ağacın kovuğu içine bismillah deyip koyar. Allah'ın emri ile yeşil filizler verip yedi saatte taze bademler biter. Allah'ın hikmeti ile o kadar badem biter ki vilayet vilayet hediye gönderilir”. Bu badem ağacının kökleri yerde değil ardıç ağacının gövdesindedir. Bademin ağaç içinde adam kalınlığında kökleri vardır. Bu ağaç ibret alınacak güzelliktedir. Seyyid Kemaleddin bu keşfinden sonra ölür. Görülmeye değer bir yerdir”.
Muğla Merkez Kazası
Güneybatı Anadolu bölgesinde, kadim dönemlerde Karya, Türkler döneminde Menteşe, günümüz idari taksiminde ise Muğla ili olarak anılan saha içerisinde binlerce yıldır kesintisiz yerleşime sahip olmuş ve günümüze kadar gelebilmiştir. Dolayısıyla Karya olarak adlandırdığımız bölgede ilk yerleşimin ne zaman ortaya çıktığı bilinmemektedir. Muğla tarihte İç Karya olarak bilinen bölgedir. Karya milattan önce 2000'de Hititlerce de bilinen bir ülkedir. Tarihi coğrafyada Karya, Menderes nehrini güneyinden Köyceğiz gölünün güneyine kadar olan yöreye verilen addır. Milattan önce 1000 başlarında Dorlar, Rodos ve İstanköy üzerinden Karya bölgesine gelmişler, buradaki yerli halkla karışarak ticaretle uğraşmışlardır. Karya, milattan önce 6. yüzyılda Lidya krallığının ardından da Pers devletinin hakimiyetine girmiş, Büyük İskender’in Karya’yı ele geçirmesiyle Pers hakimiyeti sona ermiştir. Milattan önce 129’da Bergama Krallığı’nın varisi olarak Anadolu’ya giren Romalılar burayı ele geçirdiler ve Asya Eyaleti’ne bağladılar. Roma’nın parçalanmasından sonra Karya Doğu Roma-Bizans sınırları içerisinde kalmıştır. 802 yılında Harun Reşid devrinde Abbasiler Likya ve Karya’yı ele geçirdiler, bölge 862 yılına kadar Abbasilerin elinde kaldı. Daha sonra ise bölge Bizanslılar tarafından geri alınmıştır.
Karya bölgesine yapılan Türk akınları, 11. yüzyılda başlayarak 13. yüzyılın
son çeyreğinde bölgenin kesin bir fethine kadar sürdü. 1079’da Türkler Muğla ve
civarına kadar geldiler.
Muğla hakkında verdiğimiz bu kısa tarihçenin ardından Evliya Çelebi’nin
şehrin ismi hakkında şu bilgileri bize vermektedir.
Sene (…) tarihinde büyük bir savaş olmuş ve Rum keferesinin elinden Menteşe Oğlu Darahikey Veziri Muğlı Bey fethetmiştir. Muğlı Bey Mahan memleketinde Hz. Muhammed (SAV)’i rüyasında görüp daha sonra ulemanın huzurunda İslamiyeti kabul etmiştir. Muğla Kalesi’ni fethettikten sonra ise bu şehrin ismi Muğla diye anılmaya başlanmıştır. Farsça'da Muğ kafir anlamına gelmektedir. Muğlı Bey Müslüman olduktan sonra bir çok hizmetler yapmış ve bir çok gazaya katılmıştır.''Evliya’nın şehrin fethi ve ismi hakkında vermiş olduğu bilgiler ihtiyatla karşılanmalıdır. Yaptığımız araştırmalarda Menteşeoğullarından Darahikey ya da onun veziri olan Muğlı Bey adında hiç kimseye rastlayamıyoruz. Büyük ihtimalle halk arasında dolaşan söylenceler birer tarihi gerçekmiş gibi yansıtılmıştır. Seyyahımızın şehir isimleri hakkında da söyledikleri ya kendinin yakıştırması ya da halk arasında dolaşan bir takım söylentilerden öteye gitmemektedir. Fakat bunu bütün ziyaret ettiği bölgelerde aynı yöntemi izleyerek bilgiler vermiştir diye bir genelleme yapmakta doğru değildir. Farklı kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre Muğla’nın antik dönemlerdeki ismi Mobolla idi, daha sonra ise Mogola şeklinde değişmiştir. 1307 (1889) Aydın Vilayeti Salnamesinde ise Mobella olarak belirtilmektedir.
İdari Yapı
Evliya Çelebi, Muğla’nın idari yapısı hakkında bilgiler verirken, buranın Anadolu Eyaleti'nde Menteşe paşasının tahtı olduğunu ve padişah tarafından paşaya verilen has 400.800 akçe olduğunu belirtmektedir. Paşanın da sefer zamanı 1000 asker ile sefere katıldığını da ilave etmektedir. Evliya idari bilgiler vermeye devam ederek tahrir kayıtlarında 52 zeamet erbabının ve 380 tımar erbabının olduğunu, zeamet ve tımar sahiplerinin kanuna göre toplam 2000 çıkardıklarını eklemektedir. İdari taksimata ait bilgiler veren seyyah şehrin, 300 payesi ile baş kaza ve nahiyesinin ise 105 kura olduğunu bize söylemektedir. Ayrıca seyyahımızın bize bildirdiğine göre Muğla’da görev yapan idareciler arasında, bölgedeki zeamet sahiplerinden alaybeği, zeametlerin asayişinden sorumlu olan çeribaşı, şer’i meselelerden sorumlu olan şeyhülislam, Hazreti Peygamberin soyuna mensup olanların işleriyle meşgul olan nakibüleşraf, yeniçerilerin bulunduğu yerlerde mahalli hükümet ile ocağın birlikte hareket etmesini sağlayan kethüdayeri, taşrada yeniçeri ocaklarının başındaki sorumlu olan yeniçeri serdarı bulunmaktadır. Bu idari görevlilerin yanı sıra Evliya Muğla’nın ayan, eşraf ve ulemasının çokluğundan da bahsetmektedir.
Fiziki Görünüm
Anadolu’nun güneybatısında yer alan günümüz Muğla’sı kuzeyden Aydın, kuzeydoğudan Denizli, Burdur, doğudan Antalya şehirleri ile çevrelenmiştir. Muğla’nın yerleşim alanının denizden yüksekliği 650 m. olup, etrafı dağlarla çevrili Muğla Ovası’nın kenarında bulunmaktadır. Şehir kuzeyde Hisardağ (Asartepe) ve Kızıldağ, güneyde Kestane, doğuda Yılanlı ve batıda Marıçalı dağları ile kuşatılmıştır. Evliya Çelebi Tavas üzerinden Muğla’ya doğru yola çıktıktan sonra, Yılancık beli üzerinden Yılanlı Dağı’na ulaşmıştır. Seyyahımız Muğla’nın hemen ensesinde Yılanlı Dağı’nı gökyüzüne uzanan bir sütün gibi tarif ederek, Tavas Kalesi’nden buraya gelene kadar taşlık, dikenlik, ormanlık ve ıssız yollardan geçerek harami korkusu içerisinde on dört saatlik yolculuktan Yılanlı Dağı’na çıkabilmiştir ve Yılanlı Dağı’nın yüksekliğinden oldukça etkilenmiştir. Evliya bu dağın zirvesindeki karın Temmuz ayında bile erimediğini ve mevcudiyetini koruduğunu ayrıca gündüz vakti bile çok serin olduğunu anlatmaktadır. Zirveye ulaşıldığında ise Ula ve Muğla Ovaları'nın göründüğünü belirten Evliya açık havada İstanköy, Rodos, Hereke Adalarının rahatlıkla görülebildiğini de eklemektedir. Bu bilgiler ışığında Evliya, Yılanlı Dağı’nın Muğla Ovası’nın doğusunda tabii bir sınır olduğuna dikkatimizi çekmektedir. Fiziki durum hakkında ki bilgiler vermeye devam eden seyyah Muğla’nın oldukça şirin görünüşlü olduğunu, şehrin içinin ve dışının bahçelerle bezenmiş olduğunu söylediği gibi mesire ve eğlence yerlerinin de oldukça bol ve Muğla’nın görünümüne güzellik kattığını söyler.
Kale
Evliya Çelebi’nin şehrin fiziki görünümü içerisinde önemli bir yere sahip olan kale hakkında verdiği bilgilere geçmeden önce burada kalenin kısa bir tarihçesini ve şehrin ortaya çıkmasındaki etkisi hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır. Buna göre Muğla’da yerleşimin ilk olarak bugün şehrin hemen kuzeyinde Hisardağ’da yer alan kalede başlamış olduğu kabul edilir.
Muğla Kalesi’nin yapılış
tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, antik dönemlerden beri var olduğu
bilinmektedir. Kale hemen şehrin kuzeyinde Asartepe adı verilen yerde gayet dik
ve yalçın bir tepe üzerinde kurulmuştur. Kale içinde tahıl ambarı olarak
kullanılmış kalıntılara, tonozlu mezarlara rastlanmaktadır. Evliya da kaleyi şehrin
kuzeyinde yalçın bir kaya üzerinde dört köşe, küçük bir kale olarak tanımlamakla
birlikte buranın eskiden gayet sağlam ve sarp bir yer olduğu ifade etmektedir. Ayrıca
kale yalçın kayalar üzerinde kurulduğundan etrafında hendeği bulunmadığını, batı tarafında ise devamlı kapalı tutulan bir kapısı olduğunu belirten Evliya Çelebi, Kale
içerisinde dizdar, asker ya da herhangi bir nüfusun olmadığını söyler. Kale içindeki
yapılarla ilgili olarak ise padişah haslarından öşür olarak alınan hububatın saklandığı
ambardan başka bir yapının olmadığını ifade eden seyyahımız Sultan II. Murad’ın
Muğla Kalesi’ni fethetmesinden sonra burayı yıktırdığını da belirtmektedir. Menteşe Beyliği’nin son zamanlarına kadar savunma amacıyla kullanıldığını
anladığımız Muğla Kalesi, Osmanlı kontrolüne girdikten sonra ise tahıl ambarı
olarak kullanılmış dolayısıyla 17. asrın ikinci yarısına kadar kalenin, işlevinin
değişmesiyle beraber hala kullanıldığını Evliya’nın ifadelerinden anlayabiliyoruz.
Kalenin savunma amaçlı olarak kullanılmamasının sebebi ise Muğla’nın 14. asrın
ilk yarısından itibaren Menteşe Beyliği’nin gücü nispetinde bir iç il durumuna gelmiş
olmasıdır.
Bu bilgiler dışında Evliya’nın Muğla’yı ziyaret ettiği tarihlerde burada bulunan mahalleler hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır. Çünkü seyyahımız mahallelerin isimlerinden bahsetmemekle birlikte sadece dolaylı yollardan bazı mahalleler hakkında ifadelerde bulunmaktadır.
Bali Hace Mahallesi: Mahalle şehir dokusunun merkezindeki Camii Kebir Mahallesi’ne batı taraftan komşudur. Mahalleye adını veren şahsın kimliği belli değildir. Bâli Hace muhtemelen 15. yüzyılın ilk yarısında Muğla'da yaşamış, ilmine ve şahsına değer verilen bir kişi olabilir. Böylelikle evi yada mescidi zamanla onun bulunduğu yere adını vermiştir. Bugün mahalle Bâlibey Mahallesi olarak bilinmektedir.
Bâzergânlar Mescidi Mahallesi (Kerimüddin): Bu mahalle 16. yüzyıl boyunca iki isimle anılmıştır. Biri Bâzergânlar Mescidi mahallesi, diğeri ise Kerimüddin Mahallesi. Kızıldağ’ın eteklerinde, kalenin bulunduğu Hisardağ’ın eteklerinde yer şehrin en eski yerleşimlerinden Camii Kebir Mahallesi’nin batısındadır. Kuruluşu bu mahalle kadar eski olmalıdır. İsmin kaynağı ise buradaki mescidin muhtemelen Kerimüddin adındaki biri tarafından yapılmış yada tamir ettirilmiş olmasıdır. Bugün dağın eteklerinde tabakhane deresinin batısında yer almakta ve Keramettin Mahallesi olarak adlandırılmaktadır.
Camii Kebir Mahallesi: Camii Kebir Mahallesi şehrin merkezinde yer almaktaydı. Mahallenin bu adla anılmaya başlanması 1344’te Ulu Camii’nin inşasından sonra muhtemelen 14. yüzyılın ortalarından itibaren olmuştur. Günümüzde de mahalle aynı ismi taşımaktadır.
Deksiklü Mescidi Mahallesi: Bugün mevcut olmayan bu mahallenin isminin nereden geldiği bilinmemektedir. Bu mahalle muhtemelen tabakhane deresine yakın bir yerde olması gerekmektedir.
Hacı Bâyezid Mahallesi: Bugün Emir Bayezid ismini taşıyan bu mahalle, eski dokunun güneyinde tabakhane deresinin batı yakasında yer alır. Dolayısıyla burası muhtemelen Hacı Bayezid Mahallesi ile Emir-i Küçük Mahallelerinin birleşmesiyle ortaya çıkmış ve halk tarafından bu isimle adlandırılmış olmalıdır.
Hacı Rüstem Mescidi Mahallesi: Bugünde aynı isimle anılan bu mahalle eski dokuda, şehrin merkezindeki Camii Kebir Mahallesi ile Hisardağ’ın doğusundan çıkan Karamuğla deresinin arasındaki bölgede yer almaktadır. Mahallenin tam olarak ne zaman kurulduğu belli değildir. Bu isimle anılmaya başlanması 16. yüzyılın başlarından itibaren olabilir. Mahalle ismi buradaki mescidden kaynaklanmaktadır.
Kadı Mescidi Mahallesi: Kadı Mahallesi de Camii Kebir Mahallesinin güneyinde yer almakta idi. Mahalle adı ismi tespit edilemeyen bir kadı tarafından yaptırılan mescidin etrafında gelişmiş olmalıdır. 16. yüzyılın ortalarında Kadı Mescidi’nde faaliyet gösteren Şeyh Bedreddin’in etkisiyle mahallenin önemi artmıştır. Bugün mahallenin isminin Şeyh Mahallesi olarak anılmaya başlanması 16. yüzyılın sonlarından itibaren olmalıdır.
Kızılcadere Mescidi Mahallesi: Bu mahallede yine bir mescid etrafında ortaya çıkmıştır fakat hakkında çok fazla bilgiye ulaşamıyoruz. Mahalle ismini muhtemelen yakınlarından geçen kızıl dereden almaktadır. Mahalle derenin biraz daha yukarı kesimlerinde kurulmuştur. Evliya Çelebi bu dere üzerinde bir kasaphanenin varlığından bahseder bu da derenin rengini tayin eden en önemli etken olmalıdır.
Yeni Camii Mahallesi: 15. yüzyılın sonları ile 16. yüzyılın başları arasında yapılmış olan, hem de ahali arasında mahallenin ismini değiştirecek kadar namlı olmalıdır. Böyle bir yapı ise, Hacı Muslihiddin tarafından 1493’te yaptırılıp, bir muallimhane ve bir medrese ile birlikte bir külliye teşkil eden cami ile örtüşmektedir. Kurşunlu Cami olarak da anılan bu yapı eski doku içinde şehrin en güneyinde yer almaktadır. Yani Pisili Hâce'nin mescid ve sûfîhânesi ile İbrahim Bey'in ikâmetgâhının bulunduğunu tahmin ettiğimiz mevkidedir. Ulu Cami'ye nisbetle daha yeni olduğu için bu isimle anılmış olmalıdır. Cuma camisi ve öğretim kurumlarına sahip bu külliye, 15. yüzyılın sonlarında Muğla ölçeğindeki bir kasaba için sosyal ve dini açıdan tesir yapabilecek bir mahiyettedir. Mahallenin önceden iki ayrı mahalle olduğu, sonradan Yeni Cami isminde birleştiği kaydedildiğine göre; zamanla Hacı Muslihiddin külliyesinin etrafında yeterli seviyede konut dokusunun oluştuğu ve bu fiziki gelişimin iki mahalleyi birleştirerek, adını da Yeni Cami'ye çevirdiği söylenebilir. 16. yüzyılın ikinci yarısına ait defterlerde ise asrın başındaki isim değişikliğinden artık bahsedilmediği "Pisili Hâce" isminden de sarf-ı nazar edilerek asıl isim olarak "Yeni Cami", ikinci isim olarak ise "Emîr-i Küçük" kaydedildiği görülmektedir. Pisili Hâce'nin mescidi, varlığını asrın ikinci yarısında da devam ettirmesine rağmen, mahalle ismi olarak hafızalardan silinmiş olması manidardır.
Evliya Çelebi Kurşunlu Camii olarak bilinen Yeni Camii Mahallesi çevresinden servi ve çınar ağaçlarının düzenli bir şekilde dikildiğini, çarşı içi ve pazar meydanı olarak bahseder ki 17. yüzyıl sonlarında burası artık şehrin en canlı noktası haline geldiğinin bir göstergesidir.
Sûfi Hüseyin Mescid Mahallesi, Hacı Timurhan Mahallesi, Hacı Mustafa Mescidi Mahallesi, mahallelerinin yeri, kuruluşu ve gelişimi hakkında ise hiçbir bilgi bulunamamaktadır. İki mescid banisinin lakabına “hacı” bakarak belki esnaf ve tüccar sınıfından olabilecekleri düşünülebilir. “Sufi” unvanında ise bir tarikat mensubu olabileceği düşünülebilir. Sonuç olarak bakıldığında Muğla’daki mahallelerin çoğu bir cami veya mescit etrafında halkın yerleşmesi ile ortaya çıkmıştır. Evliya Çelebi’nin de belirttiği gibi 17. yüzyıl sonlarında Muğla’da yetmiş mihrab olduğu düşünülürse sonraki dönemlerde yapılan cami yada mescitlerin mahalle gelişimine katkı yapmadığı savunulabilir. Bu da mescitlerin mevcut mahallelere yapıldığının bir göstergesidir.
Mahalleler
Evliya Çelebi Muğla’nın toplam olarak on bir mahalleden oluştuğunu ve 2.170 mesken ev olduğunu söyler, mahalle isimleri hakkında ayrıntılı olarak bilgi vermez. Biz burada Evliya’nın verdiği bilgileri döneme yakın diğer kaynaklarla karşılaştırdığımızda en azından nüfusun ne şekilde değiştiğini ve verilen bilgilerin ne denli güvenilir olup olmadığını anlayabiliriz. Burada Muğla’nın 16. yüzyılda nüfus hareketleri hakkında bir tablo vermek yerinde olacaktır.Bu bilgiler dışında Evliya’nın Muğla’yı ziyaret ettiği tarihlerde burada bulunan mahalleler hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır. Çünkü seyyahımız mahallelerin isimlerinden bahsetmemekle birlikte sadece dolaylı yollardan bazı mahalleler hakkında ifadelerde bulunmaktadır.
Bali Hace Mahallesi: Mahalle şehir dokusunun merkezindeki Camii Kebir Mahallesi’ne batı taraftan komşudur. Mahalleye adını veren şahsın kimliği belli değildir. Bâli Hace muhtemelen 15. yüzyılın ilk yarısında Muğla'da yaşamış, ilmine ve şahsına değer verilen bir kişi olabilir. Böylelikle evi yada mescidi zamanla onun bulunduğu yere adını vermiştir. Bugün mahalle Bâlibey Mahallesi olarak bilinmektedir.
Bâzergânlar Mescidi Mahallesi (Kerimüddin): Bu mahalle 16. yüzyıl boyunca iki isimle anılmıştır. Biri Bâzergânlar Mescidi mahallesi, diğeri ise Kerimüddin Mahallesi. Kızıldağ’ın eteklerinde, kalenin bulunduğu Hisardağ’ın eteklerinde yer şehrin en eski yerleşimlerinden Camii Kebir Mahallesi’nin batısındadır. Kuruluşu bu mahalle kadar eski olmalıdır. İsmin kaynağı ise buradaki mescidin muhtemelen Kerimüddin adındaki biri tarafından yapılmış yada tamir ettirilmiş olmasıdır. Bugün dağın eteklerinde tabakhane deresinin batısında yer almakta ve Keramettin Mahallesi olarak adlandırılmaktadır.
Camii Kebir Mahallesi: Camii Kebir Mahallesi şehrin merkezinde yer almaktaydı. Mahallenin bu adla anılmaya başlanması 1344’te Ulu Camii’nin inşasından sonra muhtemelen 14. yüzyılın ortalarından itibaren olmuştur. Günümüzde de mahalle aynı ismi taşımaktadır.
Deksiklü Mescidi Mahallesi: Bugün mevcut olmayan bu mahallenin isminin nereden geldiği bilinmemektedir. Bu mahalle muhtemelen tabakhane deresine yakın bir yerde olması gerekmektedir.
Hacı Bâyezid Mahallesi: Bugün Emir Bayezid ismini taşıyan bu mahalle, eski dokunun güneyinde tabakhane deresinin batı yakasında yer alır. Dolayısıyla burası muhtemelen Hacı Bayezid Mahallesi ile Emir-i Küçük Mahallelerinin birleşmesiyle ortaya çıkmış ve halk tarafından bu isimle adlandırılmış olmalıdır.
Hacı Rüstem Mescidi Mahallesi: Bugünde aynı isimle anılan bu mahalle eski dokuda, şehrin merkezindeki Camii Kebir Mahallesi ile Hisardağ’ın doğusundan çıkan Karamuğla deresinin arasındaki bölgede yer almaktadır. Mahallenin tam olarak ne zaman kurulduğu belli değildir. Bu isimle anılmaya başlanması 16. yüzyılın başlarından itibaren olabilir. Mahalle ismi buradaki mescidden kaynaklanmaktadır.
Kadı Mescidi Mahallesi: Kadı Mahallesi de Camii Kebir Mahallesinin güneyinde yer almakta idi. Mahalle adı ismi tespit edilemeyen bir kadı tarafından yaptırılan mescidin etrafında gelişmiş olmalıdır. 16. yüzyılın ortalarında Kadı Mescidi’nde faaliyet gösteren Şeyh Bedreddin’in etkisiyle mahallenin önemi artmıştır. Bugün mahallenin isminin Şeyh Mahallesi olarak anılmaya başlanması 16. yüzyılın sonlarından itibaren olmalıdır.
Kızılcadere Mescidi Mahallesi: Bu mahallede yine bir mescid etrafında ortaya çıkmıştır fakat hakkında çok fazla bilgiye ulaşamıyoruz. Mahalle ismini muhtemelen yakınlarından geçen kızıl dereden almaktadır. Mahalle derenin biraz daha yukarı kesimlerinde kurulmuştur. Evliya Çelebi bu dere üzerinde bir kasaphanenin varlığından bahseder bu da derenin rengini tayin eden en önemli etken olmalıdır.
Yeni Camii Mahallesi: 15. yüzyılın sonları ile 16. yüzyılın başları arasında yapılmış olan, hem de ahali arasında mahallenin ismini değiştirecek kadar namlı olmalıdır. Böyle bir yapı ise, Hacı Muslihiddin tarafından 1493’te yaptırılıp, bir muallimhane ve bir medrese ile birlikte bir külliye teşkil eden cami ile örtüşmektedir. Kurşunlu Cami olarak da anılan bu yapı eski doku içinde şehrin en güneyinde yer almaktadır. Yani Pisili Hâce'nin mescid ve sûfîhânesi ile İbrahim Bey'in ikâmetgâhının bulunduğunu tahmin ettiğimiz mevkidedir. Ulu Cami'ye nisbetle daha yeni olduğu için bu isimle anılmış olmalıdır. Cuma camisi ve öğretim kurumlarına sahip bu külliye, 15. yüzyılın sonlarında Muğla ölçeğindeki bir kasaba için sosyal ve dini açıdan tesir yapabilecek bir mahiyettedir. Mahallenin önceden iki ayrı mahalle olduğu, sonradan Yeni Cami isminde birleştiği kaydedildiğine göre; zamanla Hacı Muslihiddin külliyesinin etrafında yeterli seviyede konut dokusunun oluştuğu ve bu fiziki gelişimin iki mahalleyi birleştirerek, adını da Yeni Cami'ye çevirdiği söylenebilir. 16. yüzyılın ikinci yarısına ait defterlerde ise asrın başındaki isim değişikliğinden artık bahsedilmediği "Pisili Hâce" isminden de sarf-ı nazar edilerek asıl isim olarak "Yeni Cami", ikinci isim olarak ise "Emîr-i Küçük" kaydedildiği görülmektedir. Pisili Hâce'nin mescidi, varlığını asrın ikinci yarısında da devam ettirmesine rağmen, mahalle ismi olarak hafızalardan silinmiş olması manidardır.
Evliya Çelebi Kurşunlu Camii olarak bilinen Yeni Camii Mahallesi çevresinden servi ve çınar ağaçlarının düzenli bir şekilde dikildiğini, çarşı içi ve pazar meydanı olarak bahseder ki 17. yüzyıl sonlarında burası artık şehrin en canlı noktası haline geldiğinin bir göstergesidir.
Sûfi Hüseyin Mescid Mahallesi, Hacı Timurhan Mahallesi, Hacı Mustafa Mescidi Mahallesi, mahallelerinin yeri, kuruluşu ve gelişimi hakkında ise hiçbir bilgi bulunamamaktadır. İki mescid banisinin lakabına “hacı” bakarak belki esnaf ve tüccar sınıfından olabilecekleri düşünülebilir. “Sufi” unvanında ise bir tarikat mensubu olabileceği düşünülebilir. Sonuç olarak bakıldığında Muğla’daki mahallelerin çoğu bir cami veya mescit etrafında halkın yerleşmesi ile ortaya çıkmıştır. Evliya Çelebi’nin de belirttiği gibi 17. yüzyıl sonlarında Muğla’da yetmiş mihrab olduğu düşünülürse sonraki dönemlerde yapılan cami yada mescitlerin mahalle gelişimine katkı yapmadığı savunulabilir. Bu da mescitlerin mevcut mahallelere yapıldığının bir göstergesidir.
Dini ve Sivil Yapılar
Evliya Çelebi, Muğla'da toplam 70 mihrabın bulunduğundan
bahsetmektedir. Evliya bu camilerin birkaçından sınırlı da olsa bilgiler vermeyi
eksik etmemiştir. Biz de burada Evliya'nın bahsettiği camilerin yanı sıra onun
Muğla'yı ziyaret ettiği 1671 yılında dönemin tarihi dokusu içerisinde bulunabilecek
camilerden de bahsedeceğiz.
Ulu Camii: 16. yüzyıla ait belgelerde de Camii Kebir olarak bahsedilen
cami, tabakhanenin karşısındaki yolun kenarında bulunuyordu. Ulu Cami Muğla'daki Türk-İslam dönemine ait en eski camidir. 1344 yılında İbrahim
Menteşe Beyi iken bu camiyi yaptırmıştır. Evliya camiyi şu şekilde anlatır:
En çok cemaate sahip olan camii tabakhane civarındaki eski camidir.672 Eski tarzda yapılmış ve toprak örtülüdür. Kıble kapısına on üç merdiven ile çıkılır. Bu tarafında haremi yoktur, ancak yolun karşısında tabakhane içerisinde bir abdest havuzu vardır. Bu havuzun üstü kubbe ile örtülüdür.
İ. Hakkı Uzunçarşılı yaptığı araştırmasında
ise Ulu Cami’nin isminin halk arasında Elvan Bey Camisi olarak bilindiğini
belirtmektedir. Caminin dört satırlık kitabesi cümle kapısının sağ kısmında ve son
cemaat yerindeki mihrabın üzerindedir, sülüs hat ile yazılmış kitabe şu şekildedir:
Bismillairrahmanirrahim
Beniü’l-emir el-kebir el-ecl İbrahim Beğ İbn Orhan
Kemal-i kale’n-nebi aliyü’l-islam min beni
Meciden Allah beni Allah beyten fi sene hamis ve erbain ve seb’a mie
Cami 1838 ve 1880 tarihlerinde iki kez tamir ettirilmiş olup bunlara ait kitabelerin birincisi caminin sol duvarında, ikincisi de kapının üzerindedir. 19. yüzyılda cami geçirdiği onarımlarla özgün yapısını yitirmiştir.
Kurşunlu Cami (Yeni Cami): Dümrük karyesinde Ulu Cami olduğu gibi bu şehrin ortasında Kurşunlu Cami bulunur. Bu şehirde bundan başka daha güzel inşa edilmiş ferah, latif bir cami daha yoktur. Kurşunlu Camisinin ismi 16. yüzyıla ait belgelerde Yeni cami olarak belirtmektedir. Hacı Muslihiddin tarafından 1493'te yaptırılıp bir muallimhane ve bir medrese ile birlikte bir külliye teşkil eden cami ile örtüşmektedir. Kurşunlu Cami olarak da anılan bu yapı eski doku içinde şehrin en güneyinde yer almaktadır. Yani Pisili Hâce'nin mescid ve sûfîhânesi ile, İbrahim Bey'in ikâmetgâhının bulunduğunu tahmin ettiğimiz mevkidedir. Ulu Cami'ye göre daha yeni olduğu için bu isimle anılmış olmalıdır. Tek şerefeli minaresi ve son cemaat yerini 1900’de Hacı İsmail Efendi yaptırmıştır.
Şeyh Cami: 16. asırda yapıldığı anlaşılan tek mescit ise İsmail isimli bir hayırseverin inşa ettirdiği yapıdır. 16. asrın ortalarından itibaren Kadı Mahallesi mescidinin adı bu yapıyı faaliyetlerinde merkez olarak kullanan Şeyh Bedreddin'in ismiyle anılır olmuştur. Minaresi 1806’da eklenmiş, 1896’da ise cami onarım geçirmiştir.
Evliya Çelebi’nin yukarıda belirttiği ve az da olsa bilgiler verdiği camilerin yanı sıra, isimlerini vermekle yetindiği camiler ise şunlardır.
Pazaryeri Cami: Evliya bu camiden sadece ismen bahsetmiştir. 1843 yılında Batıkoğlu Hacı Ahmed Ağa tarafından bu mevkide daha önce yapılmış ve harap duruma gelmiş bir mescidin üzerine minaresiz olarak yapıldığı anlaşılmaktadır. Tek şerefeli minaresi 1866’da Köseoğlu Hacı Mehmed Ağa tarafından eklenmiştir. Camii 1925’te onarılmıştır.
Evliya’nın isimlerini zikrettiği ve hakkında fazla malumat bulamadığımız camiler ise; Şeyh Osman Efendi Cami, Abdülgaffar Efendi Cami, Hacı Dede Cami, Mustafa Efendi Cami. Evliya bunlar dışında kalanların mescit olduklarını belirtmektedir. Evliya Çelebi Dümrük Karyesi’nde bir eski cami olduğunu ve bu caminin minaresinin olduğunu söylemektedir.
Seyyid Kemaleddin Türbesi: Evliya Çelebi'nin Muğla'da bahsettiği önemli bir dini yapı da Seyyid Kemaleddin Türbesidir. Türbe şehrin kuzeyinde kale kurbunda yer almaktadır. Hz. Kemaleddin’in türbesi dört köşe duvar içinde üstü açık ulu bir ziyaretgahtır. Evliya Çelebi Seyyid Kemaleddin’in birçok kerameti olduğundan da bahsetmektedir. Evliya Hz. Kemaleddin’in mezarı başında büyük ve güzel bir ardıç ağacından da söz eder. Hatta bu civarda böyle bir ağaç yetişmediğini dolayısıyla bununda bir keramet olduğunu ifade eder:
Bu ağacın gövdesi kapı kapı aralıklıdır, içi boştur ve on adamın sığacağı büyüklüktedir. Evliya Çelebi bununla ilgili şu kıssayı bize aktarmaktadır. “Allah-u Teala imtihan için birkaç kötü niyetli münkiri buraya yöneltir. Yanlarında getirdikleri kuru bademleri şeyhe verip keramet isterler; Aziz Hazretleri buyururlar ki “Badem getiriciye adem bağcılar! Meşayihe keşf ü keramet etmek hayız görmek gibidir. Ama bu bademlerinizden taze badem yiyin” diye mübarek elleriyle bademi ağacın kovuğu içine bismillah deyip koyar. Allah'ın emri ile yeşil filizler verip yedi saatte taze bademler biter. Allah'ın hikmeti ile o kadar badem biter ki vilayet vilayet hediye gönderilir”. Bu badem ağacının kökleri yerde değil ardıç ağacının gövdesindedir. Bademin ağaç içinde adam kalınlığında kökleri vardır. Bu ağaç ibret alınacak güzelliktedir. Seyyid Kemaleddin bu keşfinden sonra ölür. Görülmeye değer bir yerdir”.
“Bu sultanın hemen yanı başında Hz. Hoca Şahidi’nin kabri yer almaktadır. Kitabesinde şu yazı görülür. “Ma’rifet tahtında gûya şahidi”, hatta Şahidi hazretleri bir mısrasında “Diyar-ı Menteşede Muğleviyem” buyurdukları bu Muğla şehridir. Yine onların civarında da İmamzade Hazretleri bulunur. Meşhur bir gönül sultanıdır. Dümrük Karyesi’nde (…), (…) hazretleri cami hareminde metfundur.
Nice kerametler göstermiş, ulu bir sultandır. Bu kura onların hikmetiyle mamur
olmuştur. Yine kendi adıyla anılan caminin türbesinde yatmaktadır.”
Evliya Çelebi Dümrük Karyesi’nin doğusunda iki bin adım uzaklıkta ki
kayalar dibinde ve Dümrük Karyesi Cami hareminde bir kurşunlu kubbe altında
ziyaretgahlar vardır ve buralarda medfundurlar. Kuddise sırruhul aziz.
Seyyahımızın anlattığına göre Muğla’da ulema ve talebe çok olmakla birlikte
yedi medrese, on bir sıbyan mektebi vardır. Evliya Çelebi Muğla’da Şahidi
muallimhanesinden bahseder. Bütün şehrin sıbyanları burada ilim tahsil ederler.
Binden fazla öğrencisi vardır. Hangi diyarda anlayışı kıt biri varsa burada birkaç
derse devam katılsa bütün müşkülatları ortadan kalkar. 16. asrın ilk yarısında
Muğla’nın sosyal yapısında Mevlevi Şeyhi Şahidi’nin önemli bir yeri vardır. Evliya
burayı tarif ederken Ulu Camii kurbunda tabakhane mevkiinde diye ifade eder.
Bu sıbyan mektebinin kapısı üzerinde celi hat ile tarih şöyle yazılmıştır;
Makam-ı saht sahib-i hayr-ı mü’minim
Mu’allimhane-i mi kerd kaim
Be emre’ş-şahidi mi güft tarih
Mu’allimhane abadan da’im
Dümrük Karyesi’nde bir sıbyan mektebi bulunmaktadır.
Evliya Muğla’da iki hamamın olduğunu bize anlatmaktadır. Bunlardan Elvan
Beğ hamamının oldukça süslü, suyu ve havasının oldukça güzel olduğunu belirtir. Kimliği hakkında net bilgiler bulunmamakla birlikte, Menteşe Sancakbeylerinden olduğunu tahmin ettiğimiz Elvan Bey hamamını Menteşe’de bulunduğu sıralarda
muhtemelen İbrahim Bey'in yaptırdığı Ulu Cami’yi tamir ettirdiği bir zamanda 15.
asrın ilk çeyreğinde yaptırmış olabilir. Zayıf bir ihtimal olsa da İbrahim Bey’in Ulu
Camii ile birlikte bu hamamı yaptırdığı ve Elvan Bey’in bu iki yapıyı tamir ettirdiği
düşünülebilir.
Ahmed Gazi hamamının ise aydınlık ve gayet güzel havasının olduğunu ifade
eder. Ahmed Gazi Bey kardeşleriyle beraber beylik yaptığı dönem 1355-1391
yılları arasıdır. Dolayısıyla bu hamam Ahmet Gazi Bey’in Milas Peçin
yönetiminde olduğu 1375’lerden sonra yaptırmış olması gerekir. Bu yapıları
günümüz Muğla’sında göremiyoruz hamamların suya ihtiyacı olduğuna göre dolayısıyla iki hamamında şehrin içinden geçen derenin pek uzağında
bulunmayacakları düşünülebilir. Ula’da iki hamam vardır, biri Şuca Hamamı
diğeri ise Yeni hamamdır. Evliya Dümrük Karyesi’nde de bir hamam olduğunu
belirtir. Ayrıca Evliya Çelebi’ye göre Muğla’da yetmiş çeşme vardır. 16. asırdaki
kayıtlarda ise çarşı ve Pazar içinde, Hacı Muslihiddin Mahallesi önünde çeşmelere
rastlamak mümkündür.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)