"Toparlanalım" dedi Durmuş. Güneş iyiden sarkmıştı. Memet halatı gözerken, Durmuş motoru çalıştırmaya indi. Körfezde balık bulmak gittikçe zorlaşıyordu. Dinamitçiler balık soyunu tüketmek üzereydi. Oysa dinamitle av yasaktı. Durmuş: "Bari av iyi gitse" diye düşündü. Yarın Memed ile Salih'in para günüydü. Maviyi biçerek ilerleyen teknesini gözleriyle okşadı. Dudaklarının ucuna kadar geliveren bir ıslığı çalmadı. "Salih" diye bağırdı, "Sen paraketeleri hazırla..."
Akşam oluyordu. Deniz, sonbaharda daha denizdir. Sıcak ve sivrisinekten eser kalmamıştır. İnsanın soyunup dalmaya can attığı bir mavi serinliktir deniz. Memet'in acılı pilaki çekti canı. "Pilaki dediğin lahostan olur" dedi. Denizin bağrına kızıl bir hançer gibi upuzun saplanan güneşe baktı. Durmuş ıslığını arayıp buldu. Dümeni hafif sağa aldı. Şimdi yanı başında dik kayalar, çam ormanları gidiyordu. Gökova dendi mi dur... Bir şeyler büküldü Durmuş'un içinde. Bağırası geldi. Doğanın tekmil güzellikleri el ele, iç içeydi. Teknenin burnu, güneşin kızıl gölgesine daldı. Kızıllık birden sallandı. Yaklaştıkça kaçıyor, kayboluyordu. Ayşe'yi düşündü Durmuş, güldü.
Turnalı önlerinde 16'lık pancar motorun sesinde bir yavaşlama oldu, Durmuş bu renk cümbüşü içinde sonsuza dek kalmak istedi. Dimdik Kıran dağları lacivert gölgeleriyle denizdeydiler. Neredeyse ay doğacaktı. Gümüşi ışıltılar günün son kızıllığına belenmeye başlamıştı. Karşıda Mal deresi koyları belli belirsiz seçiliyordu. O yan yemyeşildi. Durmuş yeşil gözlerini Sedir Adasına daldırdı. Birinde böyle Ayşe ile gelmişti. Adada kimsecikler yoktu. Organik olduğu söylenen beyaz inci gibi kumların üstüne serilivermişti. Yavuklusunun taze, diri memelerini okşamış, öpmüştü. Sevgi bu olsa gerekti.
"Isır" demişti Ayşe, "Nolur acıt..." Deniz ayaklarına kadar gelip gelip gidiyordu. Akşama doğru sıcak vücutlarının özgürlük damgasını kumlarda bırakarak ayrılmışlardı.
Hey beee! Ay, ay parçası gibi doğdu. Deniz bir çocuğun gülüşüydü. Aydınlıktı. Yalap yalaptı. Yemekte pilakinin acısını ışıkla, renkle söndürdüler. Acımak sevmek kadar güzel ve insancıldı. Durmuş elinin tersiyle ağzını sildi. "Şu kayaların dibi var ya" dedi. "Eskiden ortoz yatağıydı."
"Şimdilerde kalmadı ama bir deneyelim bakalım. Paraketeyi atacağız. Ağlarda da hayır kalmadı. Yem desen ayrı dert..."
"Aldırma" dedi Salih: "Yakında evleniyorsun, kayınpederin ensesi kalın. Olur yerden kız alanın teknesi su almaz, demişler.,."
Durmuş'un yüreği gülümsedi. Ayşe yeniden geldi aklına. Bugün mutlaka iyi bir parti çıkmalıydı. Memet elindeki ekmek parçasını pilakinin kırmızı suyuna iyice bandırdı. "Şuna bak" diye dolu dolu konuştu: "Biz yarın aylıklarımızı almamaya karar verdik, değil mi Salih?"
"He ya" dedi Salih.
Durmuş duygulandı: "Öyle şey olmaz" dedi. "Deniz hazinedir diye boşuna dememişler, haydi kalkın bakalım, paraketeleri bir güzel döşeyelim"
Salih'le Memet: "Sen ne dersen de, biz öyle sözleştik" dediler.
Yemlenmiş yüzlerce olta parakete sepetlerini çepeçevre sarmıştı. Bunları yedekteki sandala Memet taşıdı. Başlangıç ve bitim noktalarını belirleyen kabakları boynuna asmıştı. Durmuş kürekteydi. Ortalık sütlimandı. Kürekler arada bir denize inmiş yıldızlara çarpıyordu. İki say kadar ilerlediler. Oltaların birer birer denize bırakılması bir saatten fazla sürdü. Sessizlik kıyıdaki bir kayanın oyuğunda şarkı söylüyordu. Köpük saçlı bir dalga bütün gücüyle kayaya saldırıyor, sonra cansız denize seriliyordu. Belki tarihten beri böyleydi bu. Bazen öfkeli dalgaların kayaları kemirdiği olurdu. Boğuk, uğultulu bir ses geceler boyu inlerdi. Durmuş pek severdi bu sesi. Kayalar yer yer oyulmuş, yer yer pelikanlar gibi tek ayak üstünde kalmıştı.
Sonbahar soğuğu geceleyin denize iner. Artık güneşten korkusuzdur. Battaniyeler çiğden ıslak ve yapış yapıştır. Küçük dalgacıklar tekneyi bir beşik gibi salladığı halde bir türlü uyuyamazsınız. Asıl sabah çelik gibi ayakta olursunuz.
Durmuş kırar kırmaz bir uykudan sonra ayaktaydı. Bitmiş sigarasını denize doğru fırlattı. Sedir Adası karşıya düşüyor, gözlerinin ucunda Ayşe'yle birlik kabarıyordu. Ayşe bir güneş ışığı gibi sıcak kumlara serilmişti. Sonsuz bir gerginlik içinde ellerini sıkmış, "Sev beni" demişti. "Isır... ısır uçlarını..." demişti.
Deniz daha uyuyordu. Kıpır kıpırdı yüzü. Marçal dağlarının gerisinden güneşin ilk alevleri belirdi. Durmuş durduğu yerden uzun uzun işedi. Sidiğinden ekşimsi bir buğu yükseldi. O sıra Memet'le Salih de kalkmıştı. "Günaydın" dediler.
Paraketeyi toplamanın tam zamanıydı.Gecikmeye gelmezdi. Yoksa büyük balıklarla piyanlara yem olurdu emekleri. Sandala indiler. Salih küreklere yapıştı. Güneş ormana sürtünerek yükselmeye çalışıyordu. Durmuş ormanın tutuşacağından korktu. Deniz kalaylanmıştı. Kürekler bu erimiş gümüş içine bir dalıp bir çıkıyordu. Şamandıralık yapan su kabağı sandalın yaklaşmasıyla hoplayıp zıplayıp yerinde duramıyordu. Memet çok zor yakaladı kabağı. Şimdi misinayı çekiyordu. Ancak, oltalar boş çıkıyordu. Olağandı bu. Daha yüzlerce olta vardı. Hepsi boş çıkacak değildi ya! Ne var ki, ya boş ya kokuyordu ki meret... Salih küpeşteye ikide bir su döküyor, bir yerlere bulaştırmamaya dikkat ediyordu.
"Aha bir mercan..."
Salih oltayı yavaşça çıkardı ağzından. İçinden "çük gibi" diye geçirdi. Temizlediği oltaları teker teker sepete geçiriyordu. Sanki çıyan tarlasına düşmüşlerdi. Bir küçük mercanla iki lahostan başka bir şey çıkmadı. Kısmet demişler buna... Durmuş ağız dolusu sövdü. "Dinine yandığım dinamiti... Bir salladın mı denizin altı üstü de balık çarşısına döner. Bir yasak, tutturmuşlar, neymiş efendim, küçük balıkların yaşaması gerekirmiş. Ya biz? Biz balıkçılar? Biz yaşamayalım mı?" Bir palsam öfke tükürdü. Birden büyük balıklarla küçük balıkların el ele olduğu bir dünya özledi. İnsanlar içinde durum aynı değil miydi? Kıyı gazinosunun sahibi Atıf Bey geldi aklına. Adam alın terini bulaşık suyu sanıyordu. Hep sermayesi ne ki, deyip topukluyordu. Acaba kendisi bir kez olsun bokunda sinek avlamış mıdır?
"Salih çalıştır şu motoru, gidiyoruz"
Kimsede ses soluk yoktu. Güneş minare boyu yükselmişti. Turnalı yamaçlarında tek tük mantar toplayan köylüler görülüyordu. Dönüş yolunun neredeyse yarılamışlardı ki. Birden "Anam balıklara" diye Memet zıplamaya başladı. Gerçekten ters yöne doğru bir balık sürüsü akıyordu. Durmuş motoru istop ettirip teknenin burnuna doğru sokuldu. Aylar önce kaburgaların arasına dinamit saklamıştı ( Ne olur olmaz ). Kutudan rast gele seçtiği bir lokumu çabucak hazırladı. Fitili üç santim var yoktu. Yasaksa yasak, atacaktı. Sigarasından hırsla üst üste çekti. Külü üfleyerek temizledikten sonra fitilin ucuna değdirip fırlattı. Patlama bildiği, alışık olduğu basit bir patlamaydı. Ancak kucağına bomba düştüğünü sandı. Bir şimşek çakıp söndü. Ne olmuştu? Balık sürüsüne şaşkın şaşkın baktı. Ola ki iyi atamamıştı. Bir hüzün çöktü içine.
Salih büyümüş gözlerle bağırıyordu:
"Mintanında kan var, kan!"
Sahi kan vardı. Nerden bulaşmıştı ki? Gömleğinden aşağısı kıpkızıl kandı.
Gömleği çıkarıp bir bakmalı, diye düşündü. Düğmeye doğru uzanan elinin el olmadığını hayretle gördü. Sağ bileğinin ucundaki beyaz kemiğin sivrisi yüreğine öyle battı ki... İçi cız etti. Yavaş yavaş aklı başına geliyordu. Demek fitilde boşluk varmış, ha! Yeşil gözlerinden iki damla kan süzüldü. Acı duymuyordu. Sedir adasına doğru baktı. Ayşe'nin ellerini gördü. Dimdik göğüslerini gördü. Birden elini saklamak istedi. Ufak bir dalganın uzaklaştırmaya çalıştığı paramparça parmaklarının arkasından hüzünle baktı.
İbrahim Ergin
Muğla Kent Tarihi Dergisi
Sayı:1, Sayfa: 13-14
Muğla Balediyesi Kültür Yayınları
Nisan 2005, Muğla
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder